Memleketin DNA’sına askerlikten bir bakış (1)

Türkiye’de maalesef güvenliğe ve askeriyeye yönelik bazı üzücü haberler duymadan gün geçmiyor. Örneğin geçtiğimiz haftalardaki yemekten zehirlenmiş askerlerin haberini okuyunca insan ister istemez geçmişte yaşadıklarını hatırlayıp empati kuruyor. Ben de bu hafta 2000’in sonundan 2001 Temmuz’una dek yaptığım 8 aylık askerliğime ilişkin bazı anılarımı paylaşmak istedim.

Öncelikle burada gizlilik içeren bilgileri yazmayacağımı belirtmek isterim. Hepimiz iyi taraflarıyla kötü taraflarıyla görevimizi yaptık. Çok canımın sıkıldığı zamanlar olduğu gibi özellikle kendi ülkemi tanımam açısından benim için güzel bir deneyimdi askerlik. Bir anlamda ülkenin DNA’sına vakıf oldum.

Biliyorsunuz, aynı zamanda Kosta Rika Fahri Konsolosuyum. Bir başka deyişle ordusu olmayan bir ülkenin resmi temsilcisiyim. Keşke tüm dünyada ordulara ihtiyaç olmasa ve Kosta Rika’da olduğu gibi orduya aktarılacak fonların eğitime aktarılması mümkünse olsa. Bu sayede oradaki okuma yazma oranı %97. Yeni neslin hemen hemen hepsi bir yabancı dil konuşuyor. Son derece bilinçli bir toplum yaratmayı başarmışlar. Kosta Rika’nın hayata geçirdiği ideal model keşke bizim bölgemizde de uygulanabiliyor olsa. Ancak gelgelelim, içinde yaşadığımız dönemde cennet vatanımız dünyanın belki de en problemli bölgesinde bulunuyor. O yüzden ordumuza sahip çıkmamız gerekiyor. Şahsım adına konuşmak gerekirse ben de bu doğrultuda hiç yakınmadan 8 ay askerliğimi yaptım (o sırada kısa dönem 8 aydı). O yüzden vicdanım rahat.

Gelelim askere gidiş hikâyeme...

McGill University’de 4 sene okuyup mezun olduktan sonra, İtalyan sigorta şirketi Generali’nin Amerika merkezide bir süre çalıştım. Bu geçiş dönemimi daha önce “15 yıllık iş hayatım ve geleceğe notlar” başlıklı blog yazımda kaleme almıştım: http://www.serhansuzer.com/tr/15-yillik-is-hayatim-ve-gelecege-notlar

Generali’de çalışırken direkt askere gitmeye karar verdim. Süremi tamamlayınca Türkiye’ye döndüm. Döndükten bir ay sonra da askere gittim.


Lise anısından askerliğe Denizli...

İkiz kardeşim de askerliğini aynı dönemde yaptı. Herkesin geçtiği süreçleri biz de yaşadık. Baran bu konularda genelde benden daha şanslı olduğu için denizci oldu, İzmir’de acemiliğini tamamlayacağı bir askerlik sürecine girdi. Bana da Denizli’de 11. Piyade Tugayı çıktı. Askeriyenin içinde denizci, havacı veya karacıların her birinin ayrı ayrı dinamikleri ve ruhu var. Bunların arasında en rahatı her zaman denizciler, en çilekeş de karacılardır. O yüzden Genel Kurmay Başkanı hep karacıdır.

Bana Denizli’nin çıkması da ilginç bir tesadüf oldu. Lisedeyken benim açımdan çok güzel geçen bir Pamukkale seyahati yaşamış ve okul arkadaşlarımla çok eğlenmiştik. Aklımda yer eden birçok anım vardı. Yine Denizli’ye gideceğim belli olunca ister istemez geçmişi düşünerek beni bir gülümseme aldı.

Ancak askerliğin farklı bir dünya olduğunu içine girince anlamış oldum. Çünkü askerliği nerede yaptığın önemli değil. En önemlisi bağlı bulunduğun amirin karakteri. Örneğin, askerliği evinin yakınında İstanbul’da bir yerde yapabilirsin; içeride bağlı bulunduğun amirin sana kan kusturursa çok kötü bir askerlik yaşarsın. Yine aynı şekilde askerliği Hakkari’nin dağlarında yapabilirsin, ama çok iyi anlaştığın bir komutanın ve askerlik arkadaşların varsa daha iyi bir askerlik geçirebilirsin.

Denizli’de de durum aynıydı. Tugayın yakınındaki Pamukkale’den bağımsız olarak bütün hayatımız askeriyede geçiyordu. Denizli’de yaptığım askerliğin ilginç bir tarafı da pilot bölge olarak ilk defa acemilikle esas birliğin aynı yerde olmasıydı. Ben de Denizli’deki acemilikten sonra esas askerliğimi ya tekrar Denizli’de ya da bu ile bağlı Söke’deki birlikte yapacaktım. Böylece o dönem bir denemenin parçası olduk. Benim açımdan iyi de oldu. Sonuçta bildiğim yerde, tanıdığım arkadaşlarımla yine Denizli’de kaldım.


İlk duygu ve izlenimler

Ailemle vedalaştıktan sonra askeriyeden ilk içeri girişimi hatırlıyorum. Jandarma kontrol yaptı ve “Cep telefonun var mı?” diye sordu. “Evet” yanıtını verince cep telefonumu aldı, “Çıkışta bizden alırsın” dedi.

Sonrasında, kıyafetleri ilk giydiğimde hissettiğim farklı duyguyu hatırlıyorum. Sonuçta yaptığımız savaşa gitmeye yönelik bir askerlik değildi ama yine de kendimi Kore Gazisi sevgili dedemi ve onunla nasıl gurur duyduğumu düşünürken bulmuştum bir anda.

 

Kore Gazisi dedem, annem ve ikizim Baran’la çekilmiş bir kare. Dedemin kucağında ben varım. Dedemi maalesef 49 yaşında kalp krizinden kaybettik. Nur içinde yatsın!

 

Acemiliğimi yaptığım dönemde diğer asker arkadaşlarımla hiçbir sıkıntım olmadı. Hepsi kısa dönem üniversite mezunu oldukları için belli bir eğitim seviyesindeydiler. Askere giden herkesin yaptığı aynı muhabbetler bizim orada da dönüyordu.

Örneğin klasik bir şafak muhabbeti vardır. Herkes birbirine “şafak kaç?” diye sorar. Bu askerliğin bitimine kaç gün kaldığına dair bir askeriye klasiğidir. Her geçen 24 saat şafaktan bir gün düşer. Bir de kalan gün sayısının memleketinin plakasına gelmesi önemlidir. Örneğin Trabzonluysan, şafak 61 olduğu gün (askerliğin bitmesine 61 gün kala) özel kutlama yapılır.


Memlekette hemşehri meselesi

Bu memleketli meselesi askeriye de sürekli karşıma çıktı. Tanıştığım herkes bana ‘nerelisin’ diye soruyordu. Bu muhabbetleri yapa yapa en ideal cevabı buldum. Ben de bu soruyu soran arkadaşa sen nerelisin diye soruyordum. Baba tarafım Gaziantepli, anne tarafım Trabzonlu ve doğup büyüdüğüm yer İstanbul olduğu için hemen hemen herkes benim memleketliydi içeride.

Bizim tugayda benim tanıştıklarımın %60’ı doğulu, %20’si Karadenizli, %10’u Ege ve Marmara’dan, %10’u da İç Anadolu ve Akdeniz bölgesindendi. O yüzden örneğin bana soran kişi Şanlıurfalıysa, “Benim babam da Gaziantepli” diyordum. Hemen “Ooo hemşehriyiz” muhabbeti doğuyordu. Bu soruyu soran kişi Samsunluysa, ben de “Annem Trabzonlu” diyordum, yine aynı muhabbet dönüyordu. İstanbullu veya Marmara bölgesindense ben de İstanbul’da doğup büyüdüğümü söylüyordum. Buna göre askeriyedekilerin %90’ı benim hemşehrimdi. J Bazen takıldığım oluyordu. Mesela bir gün Bingöllü bir arkadaşa “Babam Gaziantepli” dediğimde, bana “Sen dogulu gibin konuşmıyırsen babo, degişik konuşıyırsen” deyince İstanbul’da doğup büyüdüğümü söyledim.

Şaka bir yana mikro milliyetçiliğe inanmıyorum. Bana göre her yerin iyi insanı ve kötü insanı var. O yüzden bu hemşehrilik muhabbetlerinden hiç haz etmesem de kendi çapımda eğleniyordum. Fırsat verdiğim birçok kişi oldu ama hayatım boyunca da liyakatten ödün vermedim. Kim iyiyse o işi yapar. Nereden geldiği, tipinin nasıl olduğu, hangi inanca sahip olduğu beni ilgilendirmez. İşini iyi yapıyorsa, dürüst ve ahlaklıysa o kişiyle her zaman çalışmak isterim. Bu kadar basit.


Koğuş kalk!

Acemilikte gıcık olduğum bir başka konu da koğuşta nasıl kaldırıldığımızdı. Ben zaten sabahları erken kalkan biriyim. Yani sabahın 6’sında kalkmak benim açımdan hiç zor değildi. Sadece kaldırırken iki askerin koğuşa daldığını ve avazları çıkarcasına ranzaların arasında dolaşarak “koğuş kak kak kak kak kak …” (bu ‘kak’ yani ‘kalk’ kelimesini 20 kere arka arkaya taramalı tüfek gibi söyleyerek bağırdıklarını düşünün.)

“Savaş çıktı da üzerimize bomba yağdırıyorlar” dersiniz. İki gün sabrettikten sonra bunu yapan arkadaşlara neden böyle kaldırıyorsunuz diye sordum. “Bu usuldür” yanıtını alınca, “Burada herkes üniversite mezunu, insan gibi kaldırın, inanın herkes daha hızlı kalkacaktır” dedim. Diğer arkadaşlar da bu konuda söylenince, bunu yapanlar sonraki günlerde daha medeni kaldırmaya başladılar. Ben zaten çoğu zaman onlar uyandırmadan kalkıyordum.

Bu tarz gereksiz sertlik ve kabalık askeriyenin her yerinde vardı esasında. Askeriyenin benim açımdan en iyi tarafı ülkemin insanını tanımam oldu. Daha evvel defalarca duymuştum. Her şeyi askerde öğrenen, okula gitmemiş ya da çok kısa süreli gitmiş birçok kişiyle tanıştım. Bana anlatılan efsaneler gerçekti ve cidden hayretlere düşüyordum.


Bir kaşarlı ver ulan!

Özellikle uzun dönemlerin arasında okuma yazma bilmeyen, Türkçe konuşamayan (aksanlı konuşmaktan bahsetmiyorum, hakikaten Türkçe konuşamayan), çatal bıçak tutmasını bilmeyen, görgü kurallarıyla uzaktan yakından alakası olmayan, şiddet eğilimi olan birçok kişiyle tanıştım.

Bazıları kibarlıktan, ricadan ve insan yerine konmaktan hakikaten anlamıyordu. Hayatları boyunca hep kafalarına vurularak iş yapmışlar. Acemilikte uzun dönemlerle nasıl muhatap olduğuma dair bir soru gelebilir aklınıza. Hemen yanıtlayayım. Kantin ve ortak alanlarımız vardı. Kantinden ilk tost isteyişimi hatırlıyorum. Kantinde çalışan çocuğa “Bir kaşarlı tost alabilir miyim?” diye sordum. Çocuk yüzüme bakmadı. Tekrar ettim. Yine bakmadı. Arkamdan biri geldi, “Bir kaşarlı ver ulan!” dedi. Çocuk direk tepki verdi ve “tamam abi, şimdi atıyorum” dedi.

Bunu gördükten sonra içimden “Serhan, şu kibarlığı bir kenara bırakman gerekiyor, yoksa aç kalacaksın” dedim. Sonra söylemimi kendimi zorlayarak kabalaştırdım: “Bir kaşarlı versene” dedim. Kantinde çalışan çocuk bana göz ucuyla baktı yine tepki vermedi. İçimden “Haydaa, yine tutturamadım, daha sert ve kaba söylemen gerekiyor” dedim. Sonra üçüncü kez seslendim, “Sana söylüyorum, bir kaşarlı ver” dedim. Üçüncüsünde Allah’tan ‘ulan’lara gerek kalmadan “Tamam vereceğim” dedi ve tostumu verdi. Bu ortama alışmaya çalışıyordum. Aslında tam tersi olması gerekirken benim o ortama ayak uydurmaya çalışmamın ne kadar acı olduğunu düşünüyordum bir yandan da.


Askerlerin gaza gelişi…

Özellikle kantin ve çevresi ilginçti. Askerlerin birçok mahreminin konuşulduğu ve sıcak muhabbetlerin döndüğü bir yerdi. Bir gün yine bir şey almak için kantine gitmiştim. O sırada çok acayip bir şey gözüme takıldı. Yan yana tiyatro düzeninden en ön sırada bulunan askerlerin yere paralel şekilde eğilip televizyondaki programı izlediklerine ve “Uff şunların mallarına bak, yavruuum” dediklerine tanık oldum. Televizyon ekranına baktığımda gözlerime inanamadım. Bir sabah programında, o dönem ikiz kardeşim Baran’ın çıktığı manken kız arkadaşı, popüler bir sunucu kadının programına katılmış, sohbet ediyorlardı. İki kadın da mini etek giymişti. En ön sırada bulunan 3 askerin neden yere paralel şekilde eğilip televizyona baktıklarını o an çaktım. Klasik ergen muhabbeti; kadınların etek altlarından bakmaya çalışıyorlardı. Televizyon ekranı olduğu için açının değişmeyeceğini, yani onların eğilmesiyle daha fazla manzaraya tanık olmayacaklarını akıl edemeyip saçma bir hareket yapıyorlardı. Ayrıca ettikleri laflar çok çirkindi. Tüm kadınlara duyduğum saygıdan dolayı “Hişşşt beyler, kendinize gelin” diye seslendim. Askerler toparlandılar.
 

Yemekhanenin durumu

Kantinin dışında yemekhane de ayrı bir alemdi. Her yemekten önce yemek duası vardı. İki asker, eğitim çavuşu, astsubay ve zaman zaman ilgili subay yemekhanenin başında bekler, askerler sıraya dizilir ve hep birlikte yemek duası okunurdu.

- Tanrımıza hamdolsun,

- Milletimiz var olsun,

(Sonra askerlerden birisi avazı çıktığı kadar bağırır: Dikkaat!)

- Afiyet olsun!

Hep birlikte “sağol” diye bağrılıp yemekhaneye geçirilirdi. Sağol da büyük bir böğürmeyle “sao” diye çıkardı.

Yemekhanedeki yemekler fena değildi. Çoğu zaman kara şimşek veriyorlardı. Kara şimşek askeriyede mercimeğin jargon adıdır. Bizim açımızdan hiçbir sorun teşkil etmedi. Bu arada bir asker efsanesi olan şap konusuna da açıklık getireyim. Net bir şekilde söyleyebilirim ki yemeklerde şap map yok.


Askeriyede tuvalet

Bir gün tugay komutanı yemekhanemizi ziyaret etti. Bizimle birlikte yemek yedi. Tugay komutanı tuğgeneralimiz için özel bir masa hazırlandı. Kendisiyle aynı masada oturmak üzere 5 asker seçtiler. Bunlardan biri de bendim. Tugay komutanının tam karşına oturdum. Bizimle güzel sohbet etti. Yemeğin sonuna doğru “Sorunuz var mı?” diye sorunca, elimi kaldırdım:

“Her yerde alaturka tuvaletler var. Bunlardan hiç değilse birkaç tanesini alafrangaya çevirebilir miyiz?” diye sorunca tugay komutanımız da dahil masadaki herkes gülmeye başladı. Bu gülme faslı bitince, tugayımızdaki tuğgeneral bana alafranga tuvaletlerin hijyenini sağlamanın kolay olmadığını o yüzden alaturka tuvaletlerin kullanıldığını belirtti. Ben de bunun üzerine “Komutanım siz yaptırın, biz hijyenini sağlarız” dedim. O da yanındaki emir astsubayına “Bunu da not al” dedi.

Esasında komutanın haklılık payı vardı. Çünkü hakikaten tuvalet kullanmasını bilmeyen çok asker vardı. Olayın vahametini anlatmak adına size bir örnek vereyim; alaturka tuvaletlerin bazılarının içi taş doluydu. Özellikle uzun dönem askerlerle birlikte kullandığımız tuvaletlerde sıkıntılar vardı. Bir gün sohbet arasında bunun neden böyle olduğunu sordum. Arkadaşlarımızdan biri yanıtladı:

“Bazıları tuvalet kağıdı yerine taş kullanıyor.”

Bunu ilk duyduğumda arkadaşımız şaka yapıyor sandım. Ciddi olduğunu anlayınca bir şok daha geçirdim ve içimden ‘dur bakalım daha neler göreceğiz’ dedim.

Bir de tabii şunu belirtmem gerekiyor. Asker dediğin yok tuvalettir, yok ağır koşullardır hiç birini sorun etmemesi gerekir. Koşullar ne olursa olsun görevini yerine getirmekle yükümlüdür. Yeri gelir, aylarca dağlarda en zor koşullarda görevini yapar. Ancak kendi konumumda ben fizik gücünden öte (ki o dönemde fiziken de gayet iyi durumdaydım) asıl beynimle katkıda bulunabileceğimi düşünüyordum. O yüzden askeriyede hep bilgisayar başındaydım. Bu yüzden de tuvalet gibi konuları dile getirmekte bir sorun görmüyordum.


Okumuş beceriksizler

Askerlerin arasında üniversiteden mezun olmuş, iyi eğitim almış kişiler de beni zaman zaman şaşırtıyordu. Sporla alakası olmayanlar eğitimlerde ciddi zorlanıyorlardı. Bir de elini ve ayağını bir türlü koordine edemediği için yürüyüş düzenini sürekli bozanlar vardı. Onların yüzünden basit bir kolektif yürüyüşü bile sürekli tekrar ediyorduk. Bir ara bu sorunu yaşayan arkadaşlara eğitim çavuşunun “Sen ne biçim üniversite mezunusun, daha eline ayağına hâkim değilsin” diye bağırdığını hatırlıyorum.
 

Acemilikte iki vukuatım

Tüm bu içtima (yani sayım) ve eğitimler arasında benim de istemeden vukuatlarım oldu. İlk iki hafta boyunca kimliğimi saklamayı başarmıştım. Hiçbir şekilde torpilli askerlik istemiyordum. Hep ona göre hareket ediyordum. Ancak bir gün yanıma bir asker geldi, “Serhan Süzer sen misin?” diye sordu. “Evet benim” dedim. “İstihbarat şubeden seni çağırıyorlar” dedi. Ben de “Hayırdır, ne için?” diye sordum. Asker de “Bilmiyorum, istihbarattaki komutanımız seni yanına çağırıyor, hemen gitsen iyi olur” dedi. Ben de acemiliğimin geçtiği tugayın bir ucundan komuta katının olduğu diğer ucuna epey bir yürüdükten sonra istihbarattaki ilgili komutanın yanına vardım. Bana kim olduğuma dair sorular sordu. En sonunda “Bize neden kim olduğunu bildirmedin?” diye sordu. Ben de ona düşüncemi aynen aktardım: “Ben normal askerlik yapıp süremi tamamlamak istiyorum. Kim olduğumu bildirmeye gerek duymadım” dedim. Bir saate yakın konuşmadan sonra yanından izin isteyip ayrıldım.

Eğitim alanına koşarak gittim, çünkü geç kalmıştım. Vardığımda tüm alanda şöyle bir ses yankılanıyordu: “Serhan Süzer nerede lan? Çabuk onu bulun ve buraya getirin.” İçtimaya geç kalmıştım. Herkes beni soruyordu. Eğitim alanına koşarken bu şekilde seslenen ve eğitimi veren en rütbeli askerlerden biri olan subaya hiç vakit kaybetmeden bağırarak cevap verdim: “Buradayım komutanım!”

  • Neden geç kaldın?
  • İstihbarat şubeden çağırmışlardı, görüşme uzun sürdü.
  • Beni istihbarat mistihbarat ilgilendirmez. İçtimaya geç kalmayacaksın. Kalırsan cezayı alırsın. Şınav pozisyonuuuuuu al!

Bir saniyelik şaşkınlıktan sonra dediğini yaptım ve şınav çekmeye başladım, bunun üzerine tekrar bağırdı: “Say!” Saymaya devam ettim: “…. 4, 5, 6, …10, ….20, …..50”

Elliye vardığımda kafamı yukarı kaldırdım. “Yeterli mi?” diye sordum. Bana çok fena gıcık olmuş bir şekilde bakıp, tekrar bağırdı: “Devaaaaam!”

Devam ettim: “51, 52, 53 …, 60, … 70.”

70’e vardığımda tekrar bağırdı: “Tamam, yeter! Ayağa kalk! Yerine geç!”

Ayağa kalktım. Durumdan utanmış bir şekilde arkadaşlarımın arasına geçtim. Bu cezayı veren komutan bir başka yöne döndü ve bir başkasına bağırmaya başladı. O sırada etrafımdaki arkadaşlarımız bana kısık sesle; “Oğlum sen neymişsin? 70 şınav çekilir mi? Aramızda Rambo varmış da haberimiz yokmuş. Hiç tipinden de belli etmiyor” gibi komik komik şeyler söylemeye başladılar. Bu makaradan sonra benim gerginliğim de gitti. Gülmeye başlayıp ben de karşılık verdim. “Gerekirse 100’e kadar giderdim” dedim.

Hakikaten üniversitenin son seneleri ve sonraki birkaç yıl benim fiziksel olarak en sağlam olduğum dönemdi. Sıkı spor yapıyor ve vücudumun hacmine göre ciddi ağırlıklar kaldırabiliyordum.

Buna benzer bir olay da fiziksel olarak iri bir arkadaşımızla yaşadım. Eğitimden önce herkes makara yaparken millete ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Etrafındaki askerleri kaldırıp indiriyordu. Ben de onu bir anlamda provoke etmek için “Başkalarını kaldırabiliyorsun ama esas iş kendi vücut ağırlığını kaldırabilmekte. Bunu yapabilir misin?” dedim ve lisede Baran’la pratik yapıp geliştirdiğimiz, direkte kendi vücudunu kaldırarak yere paralel durma hareketini gösterdim. Herkes “Vay, harekete bak!” derken iri kıyım arkadaş da denedi ve kendini bir türlü kaldıramadı. Ben de ona “Ya, demek ki o kadar da güçlü değilmişsin” diye takılırken, bana “O hareketi bir daha yapar mısın?” diye sordular. Ben de “Tabii” deyip tekrarladım. Tam o sırada arkamda yine bir bağırtı koptu: “Oğlum, sen ne yapıyorsun orada? Sen şovmen misin? Çabuk in aşağıya. Eğitim düzenini bozmayın!”

Eğitim veren diğer subay gelmişti. Ayaklarımı yere koyduktan sonra bana “Hadi bakalım şovmen, bugün bayrağı sen taşıyacaksın. Bakalım bayrakla koşarken performansın nasılmış görelim” dedi.

O gün ciddi bir antrenman yaptık. Hemen hemen her gün söylediğimiz ve kafamıza kazınmış olan “Yaylalar” marşını hep bir ağızdan söylüyorduk. Ben de bayrakla koşarken kan ter içinde kalmıştım.
 

Yaylalar yaylalar!

Şahsen çok sevdiğim bu yaylalar marşı kafamızda o kadar yer etti ki, yaşamımın ilerleyen bölümlerinde enteresan bir olay yaşadım: 10 seneye yakın Nişantaşı’nda oturdum ve iki ay önce üzülerek buradan taşındım. Nişantaşı’nda oturduğum yer tam merkezdeydi. Bir gün uyurken sabaha karşı 5’te, pavyondan bozma Scotch adlı kulüpte alkolü fazla kaçırmış 3 kafadar “Yaylalar Yaylalar” diye bağıra bağıra marş söylüyorlardı. Sesleri benim evin içinde yankılanıyordu. Uyurken bir anda “Ne oluyor, askerde miyim?” diye yataktan bir sıçrayışım var, görmeniz lazım. Sonra perdeyi aralayıp baktım. O arkadaşları görünce hem durumuma güldüm hem de biraz söylendim.
 

Kısa süresi kalanı kıskanma sendromu

1 aylık acemilik döneminin sonuna gelmiştik. Askeriyede ‘kim önce çıkacak, sonra çıkacak, şafak kaç’ muhabbetlerini çok sık duyar olmuştum. Hatta uzun dönem askerlerin kısa dönem askerlere karşı genel bir gerginlikleri olduğunu söyleyebilirim. Bir gün kantinde bir uzun dönem askerin bir kısa dönem asker hakkında konuşurken “Bu benden 4 ay sonra girdi, 6 ay önce çıkacak” dediğini duydum (bizim zamanımızda uzun dönem 18 aydı). Kısa dönemlere gıcık oluyorlardı. Esasında olmakta da haklıydılar.  Aynı psikolojiyi bir gün bedelli askerlerin aramıza gelmesiyle biz de yaşadık. Bizim kısa dönem askerleri “Ooo Mehmet Beyler gelmiş” diye konuşmaya başladılar. Askeriyenin içinde uzun dönem askerlere Mehmetçik, kısa dönemlere Mehmet, bedelli askerlik yapanlara da Mehmet Bey diyorlar. İğneleme içeren bu Mehmet Bey söyleminden sonra bir başka arkadaş “Oğlum, bunlar şimdi 3 gün sonra askerliği mi tamamlayacaklar? Bizim daha 7 ayımız var” diye söylendi. Bir diğeri şakayla karışık ekledi: “Bunları aramıza alıp dövsek de öyle mi uğurlasak?” Diğer taraftan bedelli askerlik yapanlara baktığımda ortada ilginç bir manzara vardı. Kendi aralarında askerlik namına yaptıklarını abartılı bir şekilde anlatıyorlardı. Şu tür şeyler söylüyorlardı:

“Bak komutana nasıl selam verdim, gördün mü?”

“Çakı gibi asker olmuşsun.”

“Gitmeden bize de piyade tüfeği verecekler mi?

Bu yorumları duyunca kendi kendime “Bu nasıl iştir, bu arkadaşlar askere gelmeseler daha iyi olurdu, boşuna kaynak israfı” diye söylendiğimi hatırlıyorum.

Gördüğünüz gibi herkesin durumu bulunduğu konuma göre farklılık gösteriyor.
 

Yemin Töreni

Tüm eğitimlerin sonunda yemin töreni gelip çatmıştı. Aile en geniş kadro olarak beni ziyarete gelecekti. Tüm askerler çok heyecanlıydı. Bilenler bilir, Denizli Ege’de olmasına rağmen biraz içeride olduğu için kara iklimi vardır. Yani yazın sıcak, kışın soğuktur. Yemin töreninin olacağı gün o kış ilk kar yağışına tanık olduk. Yemin töreni saatinden iki saat önce tören alanına getirildik, o süre zarfında son hazırlıklar tamamlandı. Tören başladı, ben bizimkileri göz ucuyla gördüm. İçimden seviniyordum. Önce silahların olduğu yerde sesli bir şekilde asker yemini ettik. Daha sonra yürüyüşe geçtik.

 

Tören alanında yürürken. Bu resimde beni bulana özel ödül vereceğim :)

 

Törenden bir başka kesit

 

Tören için yürürken bizimkileri göz ucuyla takip ediyordum. Babamın şoförü Turan Abi (Allah rahmet eylesin, kendisini geçtiğimiz senelerde kaybettik. Nur içinde yatsın), binlerce askerin arasında beni arıyordu. İçimden gülüyor, ‘Bu kadar yeşilli askerin arasından bakalım beni nasıl bulacak?’ diye kendi kendime eğleniyordum. Yanlarından geçtiğim sırada (ki şansa ben onların tarafında yürüyordum), Turan Abi beni fark etti. Bizimkilere döndü, “Burada burada!” diye seslendi. Bizimkiler “Orada orada” diye beni birbirlerine gösterip kendi aralarında seviniyorlardı. Ben de tam yanlarından geçerken gülümseyerek çaktırmadan göz kırptım. Binlerce kişinin resmi olarak askerliğe adım attığı bu tören toplamda 4,5 saat sürdü. Dışarıda kar yağıyordu ama zaten soğuk havayı seven biri olarak ve ailemi görmenin sevincini yaşadığım için hiç önemi yoktu. Üşüdüğümü tören bittikten sonra içeriye girince hissettim. Daha sonra bütün askerler aileleriyle bir araya geldiler. Dedem, babaannem, annem, babam, kız kardeşim Nazlı ve diğer akrabalar oradaydılar. Hemen yanlarına gittim, hasret giderdik.

 

Annem ve kızkardeşimle tören alanında çektiğimiz resim

 

Bu törenin ardından 20 günlük iznimi alıp dışarıya çıktım ve bizimkilerle buluştum. Ardından aynı akşam güzel bir yemek yiyip hep birlikte İstanbul’a döndük.

 

Soldan sağa askerlik arkadaşım Eyüp, Turan Abi ve ben. Denizli’de çıktığımız ilk akşam beraber yemek yerken.

 

İstanbul’a ilk döndüğüm akşam aileyle yediğimiz yemekte çekilmiş kare. Ayaktakiler soldan sağa; Gülten Halam, Cemile Teyze (babaannemin kızkardeşi), Babaannem, Babam ve Cennet Halam.

 

Askerliğin önemli bir eşiğini bitirmiştim ancak önümde tamamlamam gereken bir 7 ay daha vardı. Bir sonraki yazımda askerdeki geri kalan ‘ustalık’ dönemimi kaleme alacağım.

Sağlıcakla kalın.

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için