Deprem değil, bina öldürür

Geçtiğimiz hafta Elazığ depreminde örnek bir işbirliği ve koordinasyon sergileyen STK’lar olarak kurduğumuz platforma odaklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazımda ise olay yerinde yaşadıklarıma, gözlemlediklerime ve bunların bana bir kez daha düşündürdüğü çözüm önerilerime yer veriyorum.

Geçtiğimiz hafta sonu Elazığ’a ikinci kere gittiğimde bana yolda TİDER’in yönetim kurulu üyesi Burcu ve belgeselci dostum Serkan eşlik ettiler. Oteli yolda organize ettik. Malatya’dan Elazığ’a giderken yolda TİDER’den Rıdvan’ın yerine gelen İsmail beni aradı ve bizim için Divan Otel’de yer ayırdıklarını ancak tüm şehrin çok dolu olduğunu, bu otelde de ancak iki oda yer ayırabildiklerini söyledi. Ben de kendisine sorun olmadığını, Serkan’la aynı odada kalabileceğimizi ilettim. Malatya üzerinden Elazığ’a yaklaşık 2 saatlik yolculuğun ardından (özellikle Malatya tarafında ciddi buzlanma vardı, hatta kamyonun teki bariyerlere girmişti), Elazığ’a ulaştık.

Malatya’dan Elazığ’a giderken çektiğimiz selfie

 

Şehir merkezindeki Divan Otel’e vardığımızda hepimiz şaşırdık. Çünkü bu bizim bildiğimiz Koç Grubu’na ait Divan Otel değildi. Evet, adı Divan Otel’di ama binası çok farklıydı ve daha ziyade oteli andıran bir pansiyon kıvamındaydı. Tabii otele girerken “Özdivan Otel’e hoş geldiniz” diyerek işi espriye vurdum. Burcu binaya girmeden “Başka bir otelde mi kalsak acaba?” dedi. Serkan, bana o kibar üslubuyla “Serhan Bey, biliyorsunuz ki benim çocuklarım var. Bu binada bir problem olmaz değil mi?” dedi. Önce şaka yaptığını sandım, sonra ciddi olduğunu anladım. Aslında düşündüğünüz zaman haklıydı. Birbirinden güzel ve tatlı bir kızı ve bir oğlu var Serkan’ın. Çocukları için ailenin babası olarak kendini koruması gerekiyordu. Bina da hakikaten yamuk yumuktu.

İçimi burkan sorular

Burcu oda rezervasyonu için birkaç yeri daha aradı ve şehir hakikaten doluydu. Sonrasında inisiyatifi ele aldım ve arabayı park ettikten sonra içeri girdim, resepsiyondaki görevliyle konuştum. Adam binanın 50 küsur senelik olduğunu, herhangi bir depremde bir şey olmadığını anlattı. Sonra illet olduğum bir cümle kullandı: “Tabii her şey Allah’ın takdiri.” Ben de bunun üzerine dayanamadım ve ona “Allah’ın takdiri ne demek? Allah doğanın dengesini bozanları ve insanın canını tehlikeye atacak binaları yapanları sevmez” dedim ve ekledim: “Önce depreme dayanıklı ve sağlam bina inşa et, ondan sonra Allah’ın takdiri de.” Resepsiyondaki adam bana Elazığ ağzıyla “He babam, sen de haklısın” dedi. Sonra yukarı kata çıktım. Her iki odaya baktım ve Burcu’ya da Serkan’a da “Bu gecelik burada idare edelim” dedim. İkisi de sağ olsunlar, kabul ettiler. Odaya çekinerek giren Serkan’a şakayla karışık “Deprem olursa en kötü ihtimalle camdan atlarız, sadece 1 kat var” dedim. Baktım bana yüzünü buruşturarak bakıyor, “Şaka şaka, bir şey olma ihtimali düşük. Büyük deprem zaten olmuş, olsa olsa artçıya maruz kalırız o da bu binayı yıkmaz, merak etme bir şey olmaz” dedim. Serkan bunun üzerine  bana otele mümkün olduğunca geç saatte girmemizi telkin etti. Nitekim öyle oldu. Gece yarısı gibi TOG gönüllülerinin çadırını ziyaret ettikten sonra 01.30 gibi otele döndük. Otele girmekte zorlanan Serkan odaya girince bir çırpıda uyuyuverdi. O sırada onu sakinleştirerek binaya girmesini sağlamama karşın içimdeki burukluğu anlatamam. İçimden aynen ‘Bu binaları niye olması gerektiği gibi yapmazlar ki? İnsanları neden böyle tehlikeye atıyor ve tedirgin ediyorlar?’ diye geçiriyordum. Sonra kaloriferleri doğru düzgün çalışmayan odamızda Elazığ’ın keskin soğuğunda cam kenarındaki yatağa üşüyerek yattım.

Geçen yazımda Sivil Toplum Kuruluşları Afet Koordinasyon Platformu’nu büyük bir kıvançla duyurmuştum. Bu yazıyı https://www.serhansuzer.com/tr/elazigda-bizim-stklar-tarih-yaziyor linkinde bulabilirsiniz. Platformumuz depremzedelere yardım etme anlamında Elazığ’da inanılmaz işler başardı. Valilik, AFAD ve Kızılay’ın başını çektiği kamu kuruluşlarıyla işbirliği içinde binlerce depremzede ailenin gıda, ısınma, kıyafet ve temizlik malzemesi gibi temel ihtiyaçları karşılandı. Her gün pişmiş yemekle karınları doyuruldu. Şu an için akut dönemi atlattığımızı söyleyebilirim.

Banner Resmi: İlk gittiğimiz gün Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası’ndan aldığımız ana depoda omuz omuza hareket ettiğimiz STK gönüllüsü dostlarımızla çektiğimiz kare

Tabii tüm bu işleri farklı STK’lar adına gece gündüz soğuk demeden büyük emek vererek çalışan gönüllüler sayesinden gerçekleştirebildik. İşte sahaya inmeden önce sabahın ilk saatlerinde yapılmış bir toplantıda yaptığım bir konuşmadan resimler:

 

Bunlar da TOG (Toplum Gönüllüleri Vakfı) gönüllülerine mesai sonrasında yapmış olduğumuz ziyarette çekmiş olduğumuz kareler:

 

 



Sürdürülebilir destek için formül arayışı

Hâlihazırda bireysel ihtiyaçları karşılamaya odaklanmış durumdayız. Ancak yine de çok ihtiyaç var. Bu temel ihtiyaçların sürekli karşılanmasını ve ihtiyaç sahiplerinin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak bir yapı üzerinde kafa yoruyoruz. Onlarca ulusal STK’nın içinde koordineli bir şekilde hareket ettiği platformumuz, şubat ayı içerisinde faaliyetlerini yerel STK’lara devrederek bir sonraki aşamaya geçmeyi planlıyor. İhtiyaç sahiplerinin koordineli ve sürdürülebilir bir şekilde desteklenmesini amaçlayan bir sonraki aşamayla ilgili neler yapılacağını daha sonra kaleme alacağım.

Bu konuları konuştuğumuz bir STK koordinasyon toplantısında çekilmiş resmimiz



Peki bu yaptıklarımız yeterli mi? Tabii ki değil. Mecazi anlamda söylemek gerekirse bizler kamuyla işbirliği içerisinde yangını söndürüyoruz. Burada esas amaç yangının hiç çıkmamasını sağlamaktır. Bu şuna benziyor. Gıda bankacılığının çatı kuruluşu olan TİDER’in ana misyonu da fakirliği ortadan kaldırmak ve kimsenin böyle bir STK’ya ihtiyaç duymamasını sağlamaktır. Ancak o zaman misyonunu gerçekleştirmiş olur. STK Afet Koordinasyon Platformu da aynı şekilde kendisine iş düşmezse o zaman misyonunu tamamlamış olur. Tabii her zaman afet olabilir; bunların etkilerini günden güne azaltabilmemiz gerekiyor ve aslolan her doğal afet olduğunda can kayıpları yaşanmasını önlemektir. Örneğin Japonya’da senede 100 küsur deprem oluyor. Neden Japonya’daki depremlerden ölüm haberleri gelmiyor? Cevabı çok basit. Çünkü az katlı veya çok katlı, bütün binaları depreme dayanıklı yapıyorlar. Demek ki insanlarımızı öldüren deprem değil, depreme dayanıksız yapılan binalardır.

Deprem konulu ilk blog yazımdan bugüne…

Canını kurtaran vatandaşımız ciddi hasar gören binalarına giremiyor. Aynı tedirginliği herkes yaşıyor aynı Serkan ve Burcu’nun yaşadığı gibi.  Deprem bölgesindeki vatandaşlarımız barınma ve ısınma ihtiyaçları konusunda zorluk çekiyorlar. Yani vatandaşlarımız canlarını bile kurtarsalar, bu sefer evlerine giremediklerinden dolayı çile çekmeye devam ediyorlar. Sonra da kamu ve STK’lar bu açığı kapatmak için didinip duruyor.

Ne acı bir rastlantıdır ki, bloğumda ilk kaleme aldığım yazı da bir deprem yazısıdır. 2000’li yılların başından beri hep böyle bir blog yazmak istemişimdir. Van Depremi benim böyle bir bloğu başlatmamı tetikledi, düşüncelerimi ve deneyimlerimi aktarmak için yazılarıma başladım.

23 Ekim 2011 tarihinde yaşanan Van Depremi’nden sonra yazdığım bu yazıda hayatımın ilk ve en büyük deprem travması olan 17 Ağustos 1999 depreminden bahsediyorum. Bu yazıyı https://www.serhansuzer.com/tr/bir-depremin-ardindan linkinde okuyabilirsiniz. Son bölümde yazımı “‘Peki, ne yapmalı?’ diye soruyorsanız, bunun cevabını ileride vereceğim” cümlesiyle bitiriyorum. Ancak bunu halen cevaplamadığımı fark ettim. Bunca yıldır bunun cevabını yazmamış olmak benim eksikliğim. İşte şimdi bu sorunun cevabını veriyorum. Bana göre yapılması gerekenler:

1) Dayanıklı bina çözümleri

Birinci öncelikli yapılması gereken şey çok basit. Kibrit kutuları gibi birbirine benzeyen kötü betonarme binalar yapmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Öyle binalar yapmalıyız ki vatandaşımız deprem sırasında hiçbir tedirginlik yaşamamalı. Çünkü bilmeli ki 10 şiddetinde deprem dahi olsa binada bir sorun olmayacak. Bina tekniklerinde bu mümkün. Bakın Japonya’ya. Senede yüzden fazla deprem geçiren Japonya’da bizdeki gibi binalar yıkılıyor mu? Bana göre bina tekniğinde Japonların bile önüne geçebiliriz. Yeter ki yüksek standartlar belirleyelim ve ne olursa olsun bu standartlardan taviz vermeyelim. Tekniği sürekli geliştirme üzerine odaklanalım. Bina tekniğinde kriterleri şu şekilde belirlemek gerekiyor:

    1. Çelik, ahşap ve sert plastik gibi şoku emip azaltabilecek ve esneyebilecek malzemelerin kullanılması gerekiyor.
    2. Çelik, ahşap ve sert plastiğin bir başka özelliği de döngüsel ekonomiye uygun olması. Yani evi değiştirmek mi istiyorsunuz, bu malzemeleri geri dönüştürerek başka bir amaç için kullanabilirsiniz.
    3. Çok katlı bina yapmaktan vazgeçmek gerekiyor. Bence tek, 2 veya maksimum 3 katlı binalara odaklanmamız lazım.
    4. Bu binaların kendi kendine yeten binalar olarak tasarlanması; yani örneğin her binanın çatısında güneş paneli olması ve izolasyonda belli standartlara uyulması gerekiyor. Kendi kendine yeten bina tasarımlarında sırasıyla enerji, su ve gıdanın bina ve/veya çevresinden elde edilebiliyor olması da bir diğer gereklilik.

 

2) Yeni şehir tasarımları

Nüfusu 1 milyonu geçmeyecek yeni şehirler tasarlamak gerekiyor. Şehrin alt yapısının belli bir konforu sağlayacak ve olası tüm afetlere dayanabilecek şekilde kurgulanması gerekiyor. Daha açık konuşmak gerekirse, her şeyi İstanbul ve çevresine yığmaktansa Anadolu’daki birçok boş bölgeden yararlanmak, hatta Trakya’da amacına uygun yeni şehirler planlamak gerekiyor. Örneğin tekstil fabrika ve atölyelerinin İstanbul’daki Merter’den, bu sektörün hammaddesi olan pamuğun üretildiği Adana ve Şanlıurfa civarındaki bölgelere taşınması mümkün. Oralarda, her biri 2-3 katlı ve kendi kendine yeten; tarım ürünü elde edebilecek büyüklükte bahçeleri olan yapılarıyla, nüfusu 1 milyonu aşmayacak şehirler tasarlamak gerekiyor. Tabii hastane, AVM, spor salonları gibi yapıların da rant için lüzumsuz yere çoğaltılmaması ve ne planlandıysa aynen onun yapılması gerekiyor.

3) Gerçek bir kentsel dönüşüm

Az önce alt yapısı tam, binaları sağlam, nüfusu 1 milyonu geçmeyecek yeni şehirler tasarlanması gerekliliğinden söz ettim. Peki halihazırdaki şehirleri ne yapacağız? Onları gerçek anlamda kentsel dönüşümlere tabi tutacağız. Binaların yükseltilmesi yerine tam tersine alçaltılması gerekiyor. Kimse hakkından olmasın diye de yeni tasarlanan şehirlerde yapılan dairelerden yer verilmesi gerekiyor. Yani büyük şehirlerdeki kargacık burgacık daireler yerine, mal sahiplerine tercih edecekleri farklı illerde bahçeli, kendi kendine yeten, doğayla bütünleşmiş evler verilebilir. Hâlihazırdaki kentsel dönüşüm maalesef rantsal dönüşüm oldu. Bu mantığın kesinlikle değişmesi gerekiyor. Evet, sorunlu binaların yıkılması gerekiyor. Ancak yerlerine daha yüksek toplu konutlar inşa etmektense, sağlam ve kesinlikle depreme dayanıklı, maksimum 3 katlı evler yapılıp, dışarıda kalanlara da farklı bölgelerden ev seçenekleri sunarak denge sağlanabilir.
 


4) Mühendis müteahhitler

Konutları ilkokul/ortaokul/lise mezunu mühendis olmayan müteahhitler yerine, lisanslı ve standartları kesinlikle bozmayacak karakterde inşaat mühendislerinin inşa etmesi gerekiyor. Geri kalanlara inşaat yapmayı yasaklamak lazım. İnşaat şirketi patronu olabilmek için de inşaat mühendisi diploması şart koşulmalı. En ufak hatada lisanslarının iptal edilip bir daha asla inşaat yapamayacakları bir sistem oturtmak gerekiyor.

5) Çağdaş bir şehir planlama

Şehir planlamasıyla uzaktan yakından alakamız yok. Gelişmiş ülkelerde şehir planlamasının bir mantığı var. Örneğin Amerika’da yollar birbirine paralel gider ve kesişim noktalarında kare ve dikdörtgen alanlar bırakırlar. Buna karşılık Fransa’da belli merkezlere bağlanan yollara dayalı bir şehir planlaması görürsünüz. Biz de ise kimin ne bulursa işine geldiği gibi değerlendirdiği, ekstra kat çıkabilmek için takla attığı bir yaklaşım hakimdir. Planlama hak getire, bulduğu en ufak bir kara parçasına hemen betonu yığıverir insanımız. Bu geri kalmış sistemsizliği bir an önce değiştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, deprem sırasında toplanma alanı bulmakta sıkıntı yaşayan vatandaşlarımız bazı siyasilerin “Boş alan yoksa AVM’lere sığının” gibi yersiz telkinlerine maruz kalmaya devam ederler.

6) Afet eğitimi

Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının muhakkak deprem ve ilk yardım eğitimi alması gerekiyor. Hatta bu eğitimler çok küçük yaşlardan itibaren verilmeli. Nerede, ne zaman lazım olacağı hiç belli olmuyor.

7) Doğru yere doğru bina

Zemin etüdü çok önemli. Dere yataklarına ve doğayı mahvedecek bilumum yere inşaat yapmayı marifet sanan milyonlarca kişi var. Bu konuda katı kurallar koymak gerek. Çok ciddi deprem riski olan bölgelerdeki binaların ekstra sağlam yapılması ve bina yoğunluğunun azaltılması da şart.

8) Kamunun etkin inisiyatif göstermesi

Geçen hafta sonu sahada gezerken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkililerine rastladım. Bir şekilde konuşmaya başladık ve aramızda şöyle bir diyalog geçti (yorumu size bırakıyorum):

Serhan: Siz burada neyin tetkikini yapıyorsunuz?

ÇYB Yetkilileri: Binaların hasar durumunu tespit ediyoruz. 3 kategorimiz var: ‘Az hasarlı’, ‘Orta hasarlı’ ve ‘Çok hasarlı’.

Serhan: Bu tespitleri nasıl yapıyorsunuz? Elinizde teknik alet edevat görmüyorum.

ÇYB Yetkilileri: Göz kararıyla belirliyoruz. Örneğin kolonlarda çatlak falan görürsek çok hasarlı olarak rapor ediyoruz.

Serhan: Peki diyelim ki bir binaya çok hasarlı raporu verdiniz, rapor ettikten sonra ne oluyor?

ÇYB Yetkilileri: Yaşayanların binadan çıkmalarını söylüyoruz.

Serhan: O insanlar çıkıp nerede yaşamlarını sürdürüyor? O binanın yerine yeni binayı yapmak kimin sorumluluğunda?

ÇYB Yetkilileri: Bilmiyoruz. Bizim işimiz tespit yapıp raporlamak.

Bence kamunun bu konularda çok daha etkin davranması ve inisiyatifi ele alması gerekiyor. Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak ahkâm kesiyor sanılmamak için şimdilik burada duruyorum.

Yukarıdaki diyaloğun geçtiği an (Serkan haberim olmadan resmi çekmiş)


9) ARGE’ye destek artmalı

İnşaat tekniklerinin ve malzeme mühendisliğinin dışında depremin önceden tespiti ve simülasyonlar üzerinde yapılacak çalışmaların desteklenmesi ve daha fazla ilerleme kaydedilmesi gerekiyor. Yani bu tip teknolojileri desteklemek için ARGE bütçesini hem kamunun hem de özel sektörün artırması gerekiyor. Bir de tabii sonuç odaklı çalışılmalı ve bu işin uzmanlarına her türlü imkân sunulmalı.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Son olarak bir deneyimimi paylaşmak isterim.

Çok acı bir tanıklık

1999 Gölcük Depremi’nde Akut gönüllüsü olarak bir süre çalıştıktan sonra İstanbul’a geri dönüp aile şirketine ait inşaat grubundan ekibi toparlayarak bölgeye yeniden intikal ettik. Ciddi ihtiyaç olduğu için ekip olarak Değirmendere’de konuşlanmaya karar verdik. Biz o bölgeye gittiğimizde artık kurtarılacak kimse kalmamıştı ancak binaların yıkıntısı o kadar feci bir haldeydi ki insanlar yakınlarının cesetlerini dahi çıkaramıyorlardı. Biz de o bölgede yaptığımız çalışmalarda maalesef onlarca ceset çıkardık. Hele bir tanesi gözümün önünden hiç gitmiyor.

Değirmendere’de kat kat yıkılmış bir binanın betonarme bloklarının arasından bir kızın saçı çıkmıştı. Üstü başı yıkıntılardan kalma moloz kaplı babası feryat figan ağlayarak isyan ediyordu: “Kızımı çıkarın, kızımı çıkarın, ne olur biri yardım etsin, kızımı çıkarın!” Kız yaklaşık 6-7 kat beton bloğun altında kalmış ve uzun dalgalı kumral saçları iki bloğun arasından sarkıyordu. Babası yardım isterken bir taraftan da kızıyla olan çerçeveli resmini göğsünde tutup ara sıra bize gösteriyordu.

Kızın cesedini beton blokları kırarak 1,5 saatlik bir çalışmanın sonucunda çıkarabildik. 16-17 yaşlarındaki dünyalar güzeli kızın sıkışmaktan kaynaklanan kömürleşmiş cesedini, babanın feryadını ve Değirmendere’deki o genel ceset kokusunu size kelimelerle anlatamam. Bütün inşaat ekibi şoktaydı, yine de profesyonelliğin gerektirdiği gibi işlerini muntazaman yaptılar. 3 günlük çalışma sonucunda onlarca ceset çıkarınca insan ister istemez psikolojik olarak da yıpranıyor.

Ancak tüm bunların arasında en çok kafamı taktığım konu böyle bir binayı nasıl yapabildikleriydi. Abartmıyorum, gerçekten kimi beton, beton değildi. Hemen dağılıyordu. Kolon sisteminden tutun da birçok şeyin yanlış ve standartları bozarak yapıldığını konuşuyordu inşaat ekibimiz. Bense her zamanki gibi daha büyük resme bakıyordum.

Kesinlikle inşaat tekniği, standartları ve şehir planlaması değişmeliydi. Tabii aklımdan bunun nasıl olabileceğiyle ilgili düşünceler geçiyordu.

Babaannemin memleketi Elazığ’da yaşanan afet kafamın tasını attırdı. Sahada dolaşırken bütün o acı hatıralar gözümün önüne geliyor. Bugün ise çok farklı bir konumdayım. Çiçeği burnunda üniversiteden yeni mezun Serhan yerine bu radikal değişiklikleri başlatabilecek yetkinlikte bir Serhan var. Artık hazırım. Yaşadığım tüm zorluklara rağmen yine yapılması gerekenleri yapıp göstereceğim ve değişimin fitilini ateşleyeceğim.

Tüm bu konuları kafamda düşünürken böyle bir kare yakalamış, Serkan.

 

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için