Urla’nın Barbaros Köyü’nde festival zamanı
Geçen gün Cuma Urla’daki arkadaşlarımı ziyaret ettikten sonra daha evvel bana söyledikleri Barbaros Köyü’nün meşhur Oyuk (Bostan Korkuluğu) Festivali’ne katıldık. Bahsettikleri kadar varmış gerçekten. Oradaki pozitif ortama girmenin ötesinde Türkiye’deki köylerden de güzel fikirlerin çıkıp doğru şekilde tatbik edilebildiğini gözlemlemiş oldum. Bir de tabii en önemlisi Oyukların halka verdiği mesajı özümsüyorum: Türkiye’de tarıma sahip çıkın!
Geçen Cuma günü İzmir’e gittiğimde ilk ziyaretimi İzmir’in Kemalpaşa İlçesi’nde bulunan Armutlu’ya gerçekleştirdim. Keyifli bir ziyaret ve öğle yemeğinde Cağ Kebabı ziyafetinden sonra Urla’ya yola koyuldum. İlk iş Urla Merkez’deki otelime giriş yapmak oldu. Ardından 2 saat kadar çalıştım, günümü toparladıktan sonra da Urla’daki ziyaretlerime başladım.
Öncelikle Kadıovacık Köyü’nde ikamet eden And ve Merve’yi ziyaret ettim. İleride birlikte güzel projelere imza atacağımızı umduğum Merve, And ve bir arkadaşlarıyla güzelce sohbet ettik. Klasik her konudan laflamanın ve yaşadığımız sistemin çarpıklıklarını tespit ettiğimiz sohbetin ardından birbirimizi güncelleyip gelecekte yapabileceklerimizin üzerinden geçtik.
Eski arkadaşlarla köy turu
Bu ziyaret sonrasında artık havanın da soğumaya başladığı akşamüzeri 6 gibi Barbaros Köyü’ne birlikte geçtik. Köye yine Urla’ya yerleşmiş lise arkadaşım Kerim’i çağırdım. Onu da bu vesileyle görmüş oldum. O da festivalde ve köyde turlarken bize katıldı.
Merve ve And, Urla’ya ilk yerleştiklerinde 2-3 sene Barbaros Köyü’nde kalmışlar. Sonrasında Barbaros’un komşu köyü Kadıovacık’taki evleri bitince oraya taşınmışlar. Bütün köylüleri tanıyor olmalarının ötesinde, bir de köyde organize edilen Oyuk Festivali’ne de başlangıçta ciddi katkılarda bulunmuşlar.
Dolayısıyla bütün köylüler Merve ve And’ı ünlü bir çift edasıyla karşıladılar ve ben de festivalle ilgili tüm bilgileri ilk elden almış oldum. And’a Barbaros Köyü, Oyuk Festivali ve Alman kültürüyle ilgili bilgilendirmeler için ayrıca teşekkür ederim.
Şirin Ege ağzından inciler
Şimdi gelelim Oyuk Festivali’ne.
Egelilerin hem ağızlarına hem de bazı kelimeleri farklı söylemelerine bayılıyorum. Ege ağzını ilk kez askerliğimi Denizli’de yaptığımda duymuş ve ne dediklerini anlamamıştım. Sonra alıştım ve bana çok şirin gelmeye başladı. Örneğin, Ege’de “simit” demezler, “gevrek” derler. “Çekirdek” yerine “çiğdem”, “artık” yerine “gari” ve “şimdi” yerine “hindi” derler.
Bir başka örneği Barış Manço’nun meşhur şarkısından yola çıkarak verebilirim: “Domates, biber, patlıcan” yerine de “domat, badılcan, beber” derler. Çok şirin, değil mi?
Oyuk Festivali’nin tarihçesi
Farklı söyledikleri kelimelerden biri de ‘bostan korkuluğu’. Uzun uzun bostan korkuluğu veya korkuluk demek yerine “oyuk” diyorlar. Festivalin de ana temasında oyuklar ve verdikleri mesajlar var. O yüzden festivale “Oyuk Festivali” adını takmışlar.
Şimdi Barbaros Köyü’ndeki Oyuk Festivali’nin tarihçesini And’dan dinleyelim (bu bilgileri festivali gezerken ve sonrasında bana aktardıklarından derledim):
Barbaros Oyuk Festivali’nde köyün kültürünü yansıtma düşüncesi varmış. İlk kıvılcım şöyle çakmış: 2016 yılında İstanbul’dan köye gelen biri böyle bir fikir ortaya atmış. Bu hanımefendi And’ların komşusuymuş. Köylüler bu fikri beğenmiş ve nasıl yapacaklarını konuşmaya başlamışlar. Urla’nın Barbaros Köyü’nün Türkiye’deki istisnai bir köy olduğunu unutmayalım. Okuma yazma oranı oldukça yüksek ve köyde yaşayan birçok değerli insan var.
Tüm sıkıntılara rağmen ilk festival gerçekleşmiş ve başarılı olmuş. Ondan sonra bu fikri ortaya atan hanımefendiyle köylüler arasında bir takım problemler olmuş. Bunun üzerine köylüler onunla çalışmak istememiş, o da kendince köye küsmüş. Benzer konseptte festivalleri komşu köylerde denemiş fakat oralarda tutmamış ve komşu köylerde hiçbir festival gerçekleşmemiş. Arada Barbaros Köyü’ne gidip geliyormuş.
Aşkın Bey ve Mimas
Bu hanımefendiden sonra festivali gerçek anlamda üstlenen ve yöneten kişi olarak Aşkın Yaka ön plana çıkmış. Aşkın Bey ve onunla hareket edenler festivalin sürdürülebilirliğini sağlamışlar, her sene başarıyla tekrarlanan bir etkinlik haline dönüştürmüşler. Onu tanımayanlar muhtemelen köyün hemen girişindeki kurucusu olduğu Mimas Sanatevi ve Atölye ile Kulika Kafe’yi biliyorlardır. Bu arada Mimas’ın İzmir Karaburun Yarımadası’ndaki dağın ismi olduğunu da belirteyim.
Mimas Sanatevi ve Atölye’nin Kulika adında bir kafesi ve aynı zamanda kitap okunacak bir bölümü ve sergi alanı da var. Bu arada bizim Kerim’i de Mimas’tan aldık. Festival alanını gezmeden önce Mimas’taki ‘Dört mevsim Keçe Sergisi’ni gezdik. Sergiyi beğendim.
Oyukların taşlamalı mesajları
Sonrasında festival alanına yöneldik. Şimdi festivalde gördüklerimizi ve bana anlatılanları özetleyeyim. Köyün girişindeki Kulika Kafe’den festivalin gerçekleştiği köy merkezine yürürken sağlı sollu oyuklar görüyorsunuz. Her bir oyukta festivalin konseptine uygun mesajlar var. Bu mesajlardan bazılarını sizlerle paylaşayım (titiz okuyucularım için şu notu düşeyim: Mesajlar Ege şivesiyle yazılmış, yazım hatası yoktur):
- Gaşın gavran (aklını başına al), tarlanı boş bırakma!
- Boş tarla garın doyurmaz!
- Geleneklerimize sahip çıkalım!
- Sayın misafirlerimiz Barbaros’un çalkaması başlana benzemez. Garışık otlu çalkamamızdan yimezseniz bilemezsiniz.
- Sayın misafirlerimiz, oyuklarımız için eski urbalarınızı bağlasanız seviniriz. Sırlan (parlak, ince) mırlan fark etmez.
Peki oyukların üzerine asılmış bu mesajlar ne anlama geliyor? Esasında burada ülkenin tarım politikalarına ince bir taşlama var. Tarımın bitmek üzere olduğu bir dönemde köylülerin hayal gücüyle, işsiz kalan oyuklar ayaklanıyor ve bu duruma isyan ediyorlar. Bu mesajları tüm halka duyuruyorlar.
Yanlış tarım politikaları
Ülkede durum öyle bir vaziyete geldi ki, artık Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ‘tarımı bitirme bakanlığı’ gibi çalıştığına yönelik çok sayıda eleştiri var. Uygulanan yanlış tarım politikalarından bazılarını burada sıralayayım. Bu liste esasında çok kalabalık ancak bu yazının doğası gereği eleştiriyi dozunda bırakmak için aklıma gelen ilk 5 yanlış tarım politikasını sıralıyorum:
● Gübre fabrikaları özelleştirildi. Gübreyi ithal edecek pozisyona geldik ve maalesef gübrenin çiftçilere maliyeti sürekli artıyor. Sorun sadece gübrede değil. Gübre dışında, mazot, tohum, tarım makineleri gibi temel üretim kalemlerinde yaşanan aşırı fiyat artışları üreticiyi ciddi olumsuz etkiliyor. Bu konuda hiçbir şey yapılmıyor. Örneğin mazot çok pahalı ve fiyatı çok artıyor diye çiftçiler sürekli şikâyet ederler, haklılar. Son 20 senedir ülkeyi yönetenler bırakın mazot yerine elektrikli traktör gibi doğru alternatifleri teşvik etmeyi, tam tersine karbon salınımının en yüksek olduğu bir fosil yakıt türevi olarak bilinen mazotun hep arkasında durdu. Sorun sadece mazotta değil.
● Bakanlık tarıma sürekli gereksiz müdahalelerde bulunuyor. Bu müdahaleler sektörü sekteye uğratıyor. Örneğin seçimden önce ekmek fiyatları düşük olsun diye Ukrayna'dan ve Rusya'dan akıl almaz bir buğday ithalatı yaptı. Bu buğdayları götürüp TMO'nun silolarına koydu. O dönemde Türk çiftçiler daha yeni ürün toplamıştı, o ürünleri almadı. Gelen tepkiler sonrası ise mecburen aldılar ancak bunu TMO silolarına koyamadılar. Bir naylon serip toprağa gömdüler. Toprağa gömülü buğdayın yarısı şu anda kullanılmaz vaziyette, yarısı çürümüş, yarısı nemli, yarısı mantarlı (Bkz: Turan Çömez’in açıklamaları)
Eğitim ve teknolojide çok gerideyiz
● Tarım yapanların eğitimleri bir türlü doğru düzgün verilemedi. Tarım yapan çiftçilerimizin büyük çoğunluğunun eğitim sorunları var. Babadan kalma yöntemlerle devam ettirilen tarımda bu cahillikten dolayı hem toprağı bitirdiler hem de yerin altındaki su kaynaklarını. Verimlilik derseniz yerlerde. Bu cehalet tarımı ciddi sekteye uğratıyor.
● Cehaletle birlikte teknoloji kullanımı da problem. Çiftçilerimiz teknolojiyi doğru düzgün kullanmıyor. Bugün gelişmiş ülkelerde tarım sektöründekiler her şeyi otomatize edip en az kaynakla en verimli sonuçları elde ederken, bizim çiftçilerimiz hala 19. Yüzyılın yöntemleriyle işlerini götürüyorlar. Teknolojiye erişimlerini sağlayacak ve onları bu teknolojileri kullanabilmeleri için eğitecek herhangi bir devlet politikası da göremiyoruz.
● Arazilerin yeteri kadar değerlendirilememesi bir başka sorun. İşlenmeyen çok fazla tarım arazisi var. Miras sebebiyle çocuklara geçmiş arazilerde, yeni nesil ebeveynleri gibi tarım yapmak istemediği için tarlaları ya boş bırakıyor ya da satıyorlar. Bir de ülkemizdeki miras hukuku dolayısıyla araziler çok fazla küçük parçalara ayrılmakta. Parçalı arazilerde tarım yapmak belli bir büyüklüğü olan arazilere göre çok daha zor. Parçalı arazilerde hem sabit üretim maliyetlerini karşılamakta zorlanıyorlar hem de kardeşler arası sorunlar oradaki arazilerde tarım yapılmasını engelleyebiliyor.
Benzer şaman ve pagan gelenekleri
Festivale dönersek, öncelikle And’ın yaklaşımıyla “Festival ne demek?” sorusunu soralım. Özüne bakıldığında; kırsalda, köylerde tarıma dayalı sert bir dönem geçer, kadını erkeği, yaşlısı genci, gece gündüz çalışır. Bu zorlu sürecin ardından ürün hasat edildikten sonra köylerde kutlama yapılır.
Bu Türklerin Şaman geleneğinde de vardır, Alplerde bizim Şamanlara benzeyen ritüelleriyle ön plana çıkan Paganlarda da böyledir. Örneğin “Pazar günü” denen bir şaman geleneği var. Şubat sonu - mart başı yapılır. Köyün çeperinde büyük ateşler yakılır. Bu organizasyonu köyün bekar gençleri üstlenir, Hıdırellez’de de benzer bir konsept vardır. Kış sert geçmiştir, her yer kar altındadır. Sonbaharda kışı atlatmak için biriktirdikleri gıdalar azalmıştır, kış bitsin diye büyük ateşler yakılır. Orada adeta kışı kovarlar.
Hıdırellez’de de ateşin üzerinden atlama gibi benzer bir gelenek var. Şamanlarda da Paganlarda da “hayatta kalmanın ritüelleri” vardır. Alpler’de büyük ateşler yakılarak kışın kovulduğu şaman geleneğine ‘Funkensonntag’ deniyor. Türkçeye ‘pazar kıvılcımı’ olarak çevirebiliriz.
Amaç para kazanmak değil, birlikte eğlenmek
Barbaros Köyü’nde de amaç aynı. Zor geçen kışı kovmak, hayatta kalmayı kutlamak. Köyde And’ın da altını çizdiği kadarıyla hiç kimsenin festivalden özel bir ekonomik beklentisi yok. Festivalden para kazanmak, gelir elde etmek arka planda. Tüm köylüler başka kaynaklardan gelir elde ediyor.
Köylüler birlikte eğlenmek, kışı kovmak, birlikte olabilmek, dans etmek (kadın, erkek birlikte) istiyorlar. Birlikte Sepetçioğlu dansını yapıyorlar. Bu bir Ege dansı. İyon kültüründen geliyormuş. Tarih bilginizi tazelemek açısından buraların eskiden İyonya olduğunun altını çizmek isterim. İyonya zamanından bu yana süren gelenekle, köyde kadın ve erkekler arasında tam eşitlik varmış.
Bir de festivalde köy meydanına giden yoldan geçerken, sağlı sollu ürün satanları incelediğimde dikkatimi en çok köylülerin giydikleri şapkalar çekti. Kadınlar “boru” giyiyor, erkekler de “poşu” giyiyor. Özellikle boruya bayıldım. Keşke tüm ülkeye geleneksel bir şapka olarak yayılsa. Hem pratik bir şapka hem de güneşten tam koruma sağlıyor.
Örnek oluşturabilecek bir Alman Festivali
Bu tip geleneklere sahip çıkmamız ve sayılarını artırmamız gerekiyor. Çok güzel festival fikirleri var. Bu etkinlikler içinde spor da olabiliyor. Örneğin And’ın bana örnek olarak bahsettiği Almanya’da artık gelenekselleşmiş müthiş bir bayrak yarışı organizasyonu var: Grüntenstafette. 2016 senesinden beri organize edilen bu etkinlikte 3 koşu ve 3 bisiklet parkuru bulunuyor. Normal koşu, dağa tırmanış koşusu ve dağdan iniş koşusu. Benzer şekilde normal düz yolda bisiklet parkuru, dağa tırmanış parkuru ve dağdan iniş parkuru (tam kaşı gözü yarmalık). Köyle parkur olarak kullanılan dağın zirvesi arasında yaklaşık 1.000 metre kot farkı varmış. Çok güzel bir fikir ve Almanlar da bu etkinlik sırasında ve sonrasında bolca eğleniyorlar ve kutlama yapıyorlarmış. (Bkz: https://rb.gy/eb6rjl)
Darısı Türkiye’nin birbirinden değerli birçok köy ve kasabanın başına. Yaşamlarımızın değerini bilelim ve hayatı şaman kültüründe olduğu gibi kutlayalım.
Etiqueta: eğitim