Memleketin DNA’sına askerlikten bir bakış (3)

Güncel bir çağrışım üzerine yazmaya başladığım askerlik anıları dizisinin ilkinde acemilik dönemimi, ikincisinde ise ustalığa geçiş süreci ve koğuş öykülerimi aktarmıştım. Dizinin bu son yazısında ustalık dönemimden bazı anı ve saptamaların yanı sıra, sisteme ilişkin bazı tavsiyelerimi paylaşıyorum.

İlk iki yazımın linkleri şöyle:
http://www.serhansuzer.com/tr/memleketin-dnasina-askerlikten-bir-bakis-1
http://www.serhansuzer.com/tr/memleketin-dnasina-askerlikten-bir-bakis-2

Acemilikten ustalık dönemine geçiş sürecimi hatırlatmak için bu bölümün girişini yeniden aktarıyorum:

Acemilikten sonra herkesin gideceği yer belli olmuştu. Bizim kısa dönem askerlerden kimi eğitim çavuşu, kimi yazıcı, kimi subay gazinosunda görevli olarak tugayın farklı yerlerinde, bazılarımız ise Denizli’ye bağlı Söke birliğinde görev alarak askerliğine devam etti. Ben de tugayın ana yönetim birimi olan Tugay karargâhına seçildim. İlk olarak Tugay karargâhının IT (Bilişim Teknolojileri) bölümüne atandım. Altyapımda bilgisayar mühendisliği gibi bir uzmanlık olmamasına karşın benim bilgisayardan anladığım varsayılarak tüm tugayın bilgi işlem bölümüne atandım. En yakın arkadaşlarımdan biri istihbarata atanırken, bir diğeri de kaldığımız koğuşun yazıcısı oldu. Esasında bizim kısa dönemler tugayın her yerine dağıldığı için her yerde bir tanıdığım vardı. IT bölümündeki mesai arkadaşlarımla da hemen kaynaştık. İyi bir ortama düşmüştüm. Ancak benim açımdan kısa sürdü.

IT bölümünde 3 hafta geçirdikten sonra tugay komutanının yanına, komuta katına atandım. Tugayımızda tek bir general vardı, o da tugay komutanıydı. Tuğgeneralimizin yanında bir de kurmay albayımız vardı. Her ikisine de bir emir astsubayı asiste ediyordu. Ben de onun emir eri olarak atandım. Özel sektördeki diliyle tugaydaki en üst rütbeli iki kişinin asistanının asistanıydım. Bir de bana ek iş olarak İngilizce öğretmenliği verdiler. Her ikisi de benim rahatlıkla altından kalkabileceğim işlerdi.

 

 IT bölümünden arkadaşlarımızla çektiğimiz bir kare…

 

Bir kişi hariç...

İş tanımı anlamında sıkıntı yoktu, işten de hayatım boyunca hiçbir zaman sakınmadım. Her türlü yoğunluğu kaldırabilirdim. Tugay karargâhındaki komuta katında çalışan arkadaşlarım da iyi insanlardı. Hepsiyle rahatlıkla anlaşıyordum. Komuta katında çalışanların büyük bir çoğunluğu İstanbul, İzmir, Bursa gibi ülkemizin batı illerden gelme, frekans anlamında hiçbir sıkıntı çekmediğim kişilerdi. Tugay komutanımız tuğgeneral ve kurmay albayımız da hem iyi insanlar hem de iyi yöneticilerdi. Kimseyle hiçbir sıkıntım olmadı. Bir kişi hariç...

Tuğgeneral ve kurmay albayımızla ne kadar iyi anlaşıyorsam, bağlı bulunduğum emir astsubayıyla da o kadar sıkıntı yaşıyordum. Amacım kimseyi karalamak değil, o yüzden isim yazmıyorum. Bu yazıyı da özellikle komuta katında birlikte mesai verdiğimiz çalışma arkadaşlarım için yazıyorum. Onlar bu satırları eminim yüzlerinde acı bir tebessümle okuyacaklar.

Bana hayatın boyunca tanıştığın en olumsuz 3 insanın adını say deseler, oradaki emir astsubayını bu ilk üçün içine rahatlıkla sokarım. Ordu mensubu olduğu için detaylara girmeyeceğim. Sadece şunu söyleyebilirim ki tugay karargahında bana verilen görevler dışında kendimi kesinlikle kullandırmadım. Bu da zaman zaman bağlı bulunduğum emir astsubayıyla ciddi gerginliklere sebep oldu. Birçok anlamda yanlış bir adam olmasına karşın tugay komutanı ve kurmay albayımızın yanında bambaşka bir kimliğe bürünüyor, komuta katındaki askerlere gelince içindeki bütün pislikleri döküveriyordu.


Yumruğa ramak kala

Size sadece basit bir örnek vereyim. Ona sık sık bilgisayar konusunda eğitim veriyordum. Bir gün bilgisayarda bazı girişleri yaparken arkamda belirdi ve benim ona 3 gün önce öğrettiğim fonksiyonlardan dem vurarak, bana emir verir gibi ‘Bak sana öğreteyim, şunu şöyle yap, bunu böyle yap’ demeye başladı. Önce şaka yapıyor zannettim. Kafamı kaldırdım, çok ciddiydi. Kendi kendime ‘Ben şimdi bu adama ne diyeyim?’ diye söylendiğimi hatırlıyorum.

Bir gün yine gerginlik yaşadığımız bir dönemde ben komuta katının mutfağındayken hışımla içeri girdi. Mutfaktaki çaycıya “Çık dışarı, kapıyı kapat” ve bana da “Sen kal” dedi. Başıma gelecekleri tahmin ettiğim için hazır aportta bekliyordum. Yine bağırıp çağırmaya başladı. Sinirlerine her zamanki gibi hakim olamıyordu ve yalan yanlış konuşuyordu. Elini kaldırdığı anda yumruğumu sıktım ilk fiziksel temasında suratının ortasına yumruğu patlatacaktım, sonra da gerekeni yapacaktım. Bütün komuta katının intikamını alma konusunda kararlıydım. Haklı olmam için ilk müdahaleyi onun yapmasını bekliyordum. Sonra eli havada asılı kaldı. Yemedi.

Yememesinin iki sebebi vardı. Birincisi tugay komutanı beni çok severdi ve sayardı. Ben de ona aynı saygı ve sevgiyi gösterirdim. İkincisi kısa dönem askerlerin özel bir statüsü vardır. Her ne kadar askeriyede astsubayların rütbe olarak altında olsalar da mahkemeye gittiğimizde rütbe olarak astsubayların üzerine çıkıyorduk. Sonuçta bizim gibi üniversite mezunları uzun dönem görev alırlarsa asteğmen olarak orduda astsubayların üzerindedirler. Bu karmaşık emir komuta kurallarını bilen komuta katındaki astsubay elini indirdi. Büyük bir hışımla ve kendi kendine bağırarak ve kapıyı çarparak dışarıya çıktı.

Bu gerginlik askerliğim boyunca devam etti. Bunun çok farklı sebepleri vardı. Dediğim gibi daha fazla detaya girmeyeceğim. Ancak askerliğimde beni en zorlayan faktör oldu. Onun dışında hiçbir sıkıntı yaşamadım.
 

Farklı tipler, farklı davranışlar

Orduda esasında ciddi bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Gerek subaylarda gerekse astsubaylarda her tip karakter ve fizik yapısıyla karşılaşıyorsunuz. Örneğin bağlı bulunduğum astsubay kısa boylu ve ciddi cahil bir askerken, hem fiziği hem de karakteri sağlam astsubaylar da vardı. Bu durum subaylar için de geçerli. Örneğin bizim tugayda 1.90’ın üzerinde boyu olan, gördüğünüz zaman tam bir asker diyebileceğiniz karakteri sağlam bir binbaşımız vardı. Yine aynı şekilde şişmanlıktan ayak parmağını göremeyecek durumda olan rütbeliler de tanıdım. Tamamen kendini düşünen subay ve astsubaylar olduğu gibi vatan ve millet ateşiyle yanıp tutuşan, kendini feda etmekten çekinmeyen askerler de vardı. Her türüyle karşılaştım.

 

Daha evvel belirttiğim gibi böyle poz verdiğime bakmayın. Silahla işim olmadı. Temel eğitimlerin dışında hep bilgisayar başındaydım. 

 

Asker eşleri de benzer profildeydiler. Kimi eşinden çok daha otoriter bir komutan edasıyla askere bir hayli çektirirdi, kimi ise son derece saygı uyandıran bir şekilde askere şefkatle yaklaşır ve iyi davranırdı.


Kıldan tüyden sebepler

Bolca çelişkinin bulunduğu bir ortamda askerliğimizi sürdürüyorduk. Tutarlı olan tek şey bütün askerlerin askerden yırtmak için her türlü metoda başvurmalarıydı. Örneğin bizim komuta katında komutanın koruması olarak çalışan uzun boylu arkadaşımız kıl dönmesinden iki kere ameliyat olup 40’ar gün rapor aldı. Onunla konuştuğum kadarıyla ciddi bir durumunun olmadığını biliyordum. Sonuçta askerden kaytarmak için herkes kendi metodunu bulmaya ve uygulamaya çalışıyordu. Askerden kaytarmak için şahsen ben asla kıl dönmesinden ameliyat olmazdım. Ama bu da tabii tercih meselesi.

Pamukkale gibi muhteşem bir yerin yakınında askerlik yaparken bulunduğum ortamın keyfini çıkarıp çıkarmadığımı merak edenler olabilir. Evet, hafta sonları evci iznine çıktığımda Pamukkale’ye sık sık gidiyordum. Bir de kaderin bir cilvesi olarak Denizli’de iyi Gaziantep kebapçıları vardı. Onlara da yemek yemeye giderdik. Bazen çarşı iznine çıkan arkadaşlarıma da katılırdım. Dışarıda o dönemde nispeten küçük bir AVM vardı. Bütün komuta katı olarak birlikte bowling oynadığımızı ve keyifli vakit geçirdiğimizi hatırlıyorum. Kafanızda canlandırabilmeniz için komuta katındaki arkadaşlarımızla çarşı iznine çıktığımızda çektiğimiz bazı resimleri paylaşıyorum:

 

 


 

Ortalıyorum komutanım!

Esasında içeride de zaman zaman güzel vakit geçirirdik. Tugayın içinde bir halı saha vardı. Subaylar ve astsubaylar bu sahada zaman zaman maç yaparlardı. Bu maçlara normalde asker alınmazdı. Sadece tugay karargâhından birkaç asker özel olarak seçilip rütbelilerle maç yapabilirdi. Ben de maçlarda oynayan askerlerden biriydim. Askerde halı saha maçında bile çok enteresan olaylarla karşılaşabiliyorduk. Bir kere askeriyede oynanan maçlarda sahada herkes birbirine klasik bir şekilde ‘komutanım’ diyor, emir komuta aynen işliyordu.

Benim oynadığım mevkiler bellidir. Genelde ya orta sahada ya da defansın her yerinde oynarım. Nerede eksik varsa oraya geçerim. Genelde hep sol bek veya sağ bekte eksiklik olduğu için ben de gönüllü olarak bu pozisyonları doldururum. Orta sahada oynadığım zaman forvetlere pas çıkarır ve zaman zaman direkt ben de gole giderim. Bir gün kısa dönem bir arkadaşımın kaleye geçtiği bir maçta orta sahadan golü çakmıştım. Attığım gole ben de şaşırdım, jeneriklik bir goldü. İstihbaratta çalışan ve ilk başta bizim bu maçlara girmemizi sağlayan kısa dönem arkadaşımla maçtan sonra ciddi dalga geçmiştim.

Defansta da klasik savunma görevinin dışında geriden top çıkarıp bol bol asist yaparım. Bir de tabii defansım çok kuvvetlidir. Genelde forvet oyuncularının ne yapacaklarını iyi tahmin ettiğim için önceden müdahalemi yapar ve kesinlikle top geçirmezdim.
 

Üsteğmen üstten alamadı

Bir gün yine 2 asker arkadaşımla subay ve astsubayların karma oynadıkları halı saha maçı yapıyoruz. Ben o maçta sağ bek oynuyordum. Karşı tarafın forvetinde de uzun boylu bir üsteğmen oynuyor. Üsteğmen maç içinde bana sinir olmaya başladı, ne yapsa beni geçemiyor, topu her seferinde alıyordum. Yedi-sekiz denemeden sonra baktım ki üsteğmen ciddi anlamda sinirlenmeye başladı; başıma neler gelebileceğini tahmin edip önlemimi almak istedim. Sahadaki en rütbeli subay bir yarbaydı ve bizim takımda oynuyordu. Ben ve orta sahada oynayan arkadaşım aldığımız bütün topları ona atıyorduk. Forvet oynayan yarbayımız da sayemizde bolca gol atıyordu. Önlemimi almak için yarbayın yanına gittim ve “Komutanım, üsteğmen çok sinirli oynuyor. Birazdan bir sakatlık çıkabilir” dedim. “Oğlum, bırak bu işleri. Geç yerine ve oyununa odaklan” diye yanıtladı. Ben de “emredersiniz, komutanım” deyip yerime geçtim. Ancak kısa bir süre sonra aklıma gelen başıma geldi. Bu konuşmadan 20 saniye sonra üsteğmene bir top daha geldi, beni çalımlamaya kalktı. Yine topu ondan aldım ve orta sahadaki arkadaşıma aktarırken üsteğmen bana arkadan çift daldı. Çok sert girmişti. Kafa üstü çakıldım. Bacağım kırılabilirdi. Bunu gören yarbay çok sinirlendi ve üsteğmene bağırmaya başladı: “Sen ne yapıyorsun öyle? Çocuğun bacağını kıracaksın, terbiyesiz!”

Azarı işiten üsteğmen üste çıkmaya çalışınca yarbay iyice sinirlenip; “Çık dışarı, senin gibi kasapların bu oyunda yeri yok” dedi ve üsteğmeni sahadan attı. Üsteğmene yalakalık yapmak isteyen ve ona bağlı çalışan astsubay da “Onun bir suçu yok” diye lafa girmeye çalıştı. Hızını alamayan yarbay “Sen de çık dışarı” diye bu kez ona bağırdı. Sonra saha kenarından maçı izleyen iki askere “Oyuna siz girin” dedi ve bu şekilde oyun yeniden başladı. 

 

Muhteşem Denizlispor taraftarı…

Sadece maç yapmıyorduk. Aynı zamanda Süper Lig (o dönemki adıyla 1. Lig) maçlarını da seyrediyorduk. Yoğun geçen hafta içi mesaisinden sonra hafta sonunu iple çekiyordum. Hafta sonlarında birkaç kez Denizlispor maçına gittim. Bizim 11. Piyade Tugayı’nın hemen karşısında bulunan Denizlispor’un maçları enteresandı. Denizlispor fena bir takım değildi. Sağı solu belli olmuyordu. Bazen 3 büyüklerden birini yenebiliyor, bazen de lig sonuncusuna yenilenebiliyorlardı. Maç sonuçları kestirilemez olduğu için heyecanlıydı. Bir de Denizlispor taraftarı bir alemdi. Ben hayatımda öyle bir taraftar görmedim. Tiyatro izler gibi sessizce maç seyrediyor, bir yandan da çekirdek çitliyorlardı. Stadın önemli bir çoğunluğunun maç boyunca hiç sesini çıkarmadan çekirdek çitlediğini düşünün. Stadın bir kısmı taraftarı coşturmaya çalışıyordu. Gelin görün ki avazı çıktığı kadar “yeşşşiiiiiilll” diye bağıran anonsçuyu kimse takmıyordu. Bunu birkaç kez denedi. Az bir taraftar dışında kimse bunu tamamlayıp “siyyyyyaahhh” diye bağırmıyordu. Kimsenin umrunda değildi. Çekirdek çitlemeye devam ediyorlardı Denizlililer. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kadar barışçıl ve uysal taraftar görmek şiddetin yoğun yaşandığı ülkemizde hoşuma gidiyordu. Kendi kendime gülüyordum. Gerçi yerler çok pisleniyordu ama olsun, adamların zevki buydu.

Denizlispor taraftarının “İstanbul usulü” coştuğu tek bir maç gördüm o da Fenerbahçe’nin şampiyonluğu son maçta kaybettiği Denizlispor maçıydı. Denizli’de oynanan o maçı ekrandan izlerken gözlerime inanamadım. O sakin ve uysal Denizlispor taraftarı gitmiş, yerine meşaleler yakan, maç boyunca bağıran ve hatta karşı takıma küfreden bir seyirci kitlesi gelmişti. O kişilerin Denizlispor taraftarı olmamaları kuvvetle muhtemel.


Son gün gelen kötü haber

Askerliğimin terhisi de hayatımın dönüm noktası oldu. Terhis olacağım günden bir gün önce Kentbank’a el kondu. Bununla ilgili detayları http://www.serhansuzer.com/tr/15-yillik-is-hayatim-ve-gelecege-notlar linkinde bulunan yazımda kaleme almıştım. İlgili bölümü burada hatırlatmak için tekrar yazıyorum:

Denizli’de 11. Piyade Tugayı komutanı tuğgeneralin emir eri olarak hizmet verdiğim askerliğimin son günlerinde, 11 Temmuz 2001 sabahı annemden bir telefon geldi:

- Oğlum, duydun mu?
- Neyi?
- Maalesef Kentbank’a el koymuşlar. Şimdi haberlerde verdiler. Selma’ya (babamın asistanı) ulaşamıyorum.
- Kim el koymuş?
- Devlet.
- Peki, ben seni tekrar arayacağım.

Telefonu kapattıktan hemen sonra doğrudan babamı aradım. Sesi inanılmaz derecede kötü geliyordu. Oldukça zorlanarak bana haberlerin doğru olduğunu ve yaşadığı bazı olayları kısaca anlattı.

Telefonun ardından en kısa zamanda İstanbul’a dönüp bizimkilerin yanında olmam gerektiğini düşünerek ilk olarak bizim tugay karargâhında bulunan kurmay albayımıza gittim ve durumu anlattım. Bir gün sonra teskeremi alacaktım. Kendisi hemen şehir dışı seyahatte olan tugay komutanımızı aradı. Onun onayını aldıktan sonra sağ olsunlar bana aynı gün teskeremi verdiler. Tugaydaki arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra çıktım.

Çıktıktan sonra hemen İstanbul uçuşumu organize ettim ve aynı gün İstanbul’a döndüm. Bu arada askerden sonra kendime ödül olarak arkadaşlarımla organize ettiğim 3 haftalık Amsterdam-Bodrum-Çeşme tatil programını iptal ettim.

Akşam ailemin yanındaydım.

Sonuçta iyisiyle kötüsüyle ve alnımın akıyla askerliğimi 8 ayda tamamladım. Bu süre zarfında askeriyeyle ilgili ciddi anlamda bir fikrim oluştu. Bazı tavsiyelerimi de burada kaleme almak isterim:

● Profesyonel askerlik ihtiyacı

Türkiye’de profesyonel askerliğe geçiş şart. Herkesin uzun bir süre askerlikte vakit geçirmesi bana göre hem ordunun kaynakları açısından israf, hem de o süre içinde zamanını çok daha verimli geçirebilecek beyinlere yazık.

Profesyonel askerlerin en iyi donanımla ülkeyi savunabilecek alt yapıya sahip olmaları ülke savunmasının güçlenmesi için önemli. Savaş durumunda eli silah tutabilecek bütün erkeklerin savaşa katılabilmesi yönünde düşünülüyorsa o zaman da İsviçre modeli uygulanabilir. Yani eğitimleri kısa tutup (10 gün gibi) belli aralıklarla bu eğitimlerin revize edilmesi (2-3 gün gibi) faydalı olur. Hem insanlar orduyla ilgili bilgilerini tazeleyebilirler, hem de geliştirilmiş eğitim programlarıyla bilgilerini güncelleyebilirler.

● Teknolojinin önemi

Orduda teknolojiye çok önem vermek gerekiyor. Bugün insansız savaş ortamı için teknolojik gelişim sağlayan ordular olduğu gibi hâlâ basit tüfek veya bıçaklarla ülke savunmasını sürdürenler de var. Bizim teknolojimizi sürekli geliştirip önde olmamız gerekiyor. İşte teknolojiyi sürekli geliştiren ülkelerden örnekler: http://mobil.hurriyet.com.tr/galeri-son-teknolojiyi-kullanan-savas-makineleri-40535171/7

● Astsubaylığa alternatifler

Bence astsubay sistemi kaldırılmalı. Başıma da geldiği için bunu daha net söyleyebiliyorum. Benim gibi üç dil konuşan, dünyayı görmüş, belli bir vizyon sahibi kişilerin, ilkokul düzeyinde bilgisi olan, hiçbir yabancı dil konuşmayan kompleksli birtakım astsubayların emri altında olması çok saçma. Astsubaylarda genel tespitim, belli bir mevkiinin üzerine çıkamadıkları için bu kompleksle bütün askerlere kan kusturmaları. Ben 50 yaşına gelmiş bir astsubayın, yeni üniversite mezunu bir asteğmene ‘komutanım’ demek zorunda olmasına çok içerlediğine ve ondan gelen emirlere karşı durmaya çalıştığına sıklıkla tanık oldum. Bu nedenle ya astsubaylık sistemi kaldırılsın, ya da ciddi çalıştıkları durumda onların da yükselebilmelerini sağlayacak bir eğitim mekanizması oluşturulsun.

● Psikolojik test gerekliliği

Orduda bulunan herkesin belli aralıklarla psikolojik testten geçmeleri, psikolojisi bozulanların da orduyla ilişkisinin kesilmesi gerekiyor.

Fizik anlamında standardizasyonun sağlanması

Atatürk’ün dediği gibi “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Bir askerin mental olarak hazır olması için fiziğinin de yeterli olması gerekiyor. Yazımda da belirttiğim gibi bazı askerler çakı gibi. Baktığınız zaman tam asker dersiniz. Bazıları da fiziksel olarak yeterli değil. Bunun orduda kesinlikle olmaması gerekiyor. Fizik anlamında standartlar koyulup sadece fiziksel olarak yeterli olanların devam etmesi sağlanmalıdır.

● Eğitim kalitesi ve sürekliliği

Profesyonel askerliğe geçtikten sonra askerlerin orduda düzenli ve sürekli bir eğitimden geçirilmeleri gerekiyor. Memlekette birçok kurumun işlevlerinin birbirine karışması gibi bir durum ordudaki ve sivil hayattaki okullar için yaşanmamalı. Sivil hayattakiler için zaten okulların güçlendirilmesi ve iyi bir eğitim almalarının sağlanması gerekiyor. Bana göre eğitimin de bedelsiz olması gerekir. Askeri eğitim söz konusu olduğunda ise “askeriye bu cahiller için aynı zamanda bir okul” tezine katılmıyorum. O okulları o cahillerin olduğu yerlere yapıp en iyi şekilde eğitim ve öğretim almalarının sağlanması gerekiyor.

Askerlik yıllarımdan yola çıkarak söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Bir sonraki yazımda buluşmak dileğiyle.

Sevgiyle kalın.

 

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için