Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısı…
Son günlerde Türk futbolunda giderek artan huzursuzluk ve sahalarda yaşanan olaylar Atatürk’ün ünlü deyişinin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha hatırlatırken geçen hafta sonu Antalya’da katıldığım koşuda yaşadığım güzel anlar, ‘sporculuk’ meselesini bir kez daha ele almama vesile oldu.
Bilmeyenler için hemen söyleyeyim. Bu resimde gördüğünüz futbolcunun ismi Salih Dursun. Galatasaray’ın lisanslı futbolcusu. Bu sezon Trabzonspor’a kiralanan Salih Dursun eski takımı Galatasaray’a karşı oynadığı maçın ikinci yarısında kendisini maçtan atan hakemin elinden aldığı kırmızı kartı yüzüne tutarak ona dışarıyı işaret etmesiyle bir anda gündeme oturdu. Hakem zulmüne karşı dik durdu diye Trabzon’a heykelini dikmeyi teklif edenler bile oldu.
Bir Galatasaray taraftarı ve anne tarafı Trabzonlu birisi olarak benim de Salih Dursun’a sempati duymam gerekiyor değil mi?
Tam tersi. Kendisinden hiç haz etmiyorum. Hatta, futbolu bu sorumsuz hareketinden dolayı genç yaşta bırakması gerektiğini düşünüyorum. Neden mi?
Futbol bir sahne ve milyonlarca kişi seni izliyor. Yaptığın bir hareket toplumu iyi ya da kötü yönde etkiliyor. Salih Dursun’un hareketi de bana göre topluma kötü örnek oluşturmuştur. Bundan daha da felaketi yaptığı bu yanlış hareketten dolayı kınanmak yerine toplumun geniş bir kesimi tarafından hareketi onaylanarak kahraman ilan edilmiş, omuzlara dahi alınmıştır.
Bunun ne demek olduğunu size şöyle izah edeyim. Futbolculara ve futbolcu adaylarına ‘böyle kural dışı bir harekette bile bulunsanız kahraman olabilirsiniz’ mesajı verilmiştir ki, bu çok yanlıştır. Bu tarz hareketler yüzünden hakemlere yönelik saldırılar artabilir. Kavga, dövüş ve polemiğin bol olduğu futbolumuzun acilen bu tip yanlış hareketlerden arındırılması gerekmektedir.
Eğer sen profesyonel bir futbolcuysan futbolun kurallarına uymak zorundasın. İsterse hakemin bütün düdükleri hatalı olsun, yine de kurallara göre hareket etmek zorundasın. Bu kurallar da şunu söylüyor; ‘sahada hakem ne derse o olur’.
Sadece Salih Dursun değil, bu tip sıkıntılı hareketleri sık sık yapan, agresiflikleriyle nam salmış, sürekli polemik yaratan ve taraflar arasındaki sürtüşmeyi körükleyen birçok futbolcu var piyasada. Hemen üç büyüklerden örnekler verebilirim. Öncelikle kendi takımım Galatasaray’dan Melo ile başlayayım. Tam bir baş belası. Sürekli kavga, dövüş, tartışma ve polemik yaratan bir futbolcu.
Açıkçası Inter’e transfer olmasına çok memnun oldum. Çünkü hep söylediğimiz gibi sporun ruhuna aykırı bir futbolcuydu. Galatasaray’da antreman sonrası soyunma odasında takım arkadaşı Riera’yı dövmeye kadar vardırmıştı agresifliğini. Buna karşılık Galatasaray kulübü yöneticileri nasıl bir tavır almıştı? ‘Aman şampiyonluk kaçmasın’ diye olayı örtbas etmiş ve Melo’yu oynatmaya devam etmişlerdi. Bence bu durum Türk futbolu ve kulüp yöneticileri için yüz karası niteliğindedir. Keşke o hareketi yapan Melo’nun kontratını aynı gün feshedip takımdan atsalardı, şampiyonluğu kaçırsak bile takımımla daha fazla gurur duyardım. Ben Melo hayranı olan ve ne olursa olsun arkasında duran Galatasaraylılar gibi düşünmüyorum. Neymiş efendim? Savaşçıymış. Maçlarda sahada kavga çıkararak mı, yoksa futbol mücadelesi vererek mi savaşması gerekiyor? Bu hareketleri yüzünden takımı sürekli ateşliyormuş. Ben de böyle düşünenlere şunu sormak istiyorum: Galatasaray’ın ateşlenmesi için illa kavga dövüş mü çıkarmak gerekiyor? 100 yılı aşkın süredir, rekabetin içinde olan, Metin Oktay ruhuyla övünen ve binlerce sporcu yetiştiren Galatasaray’ın futbolcularını ateşleme yöntemi bu mu olmalıdır? Bana göre Melo’nun sporun ruhuna ve Galatasaray’a verdiği zarar sağladığı faydadan çok daha fazladır.
Diğer kötü örnekler olarak Fenerbahçe’den kaleci Volkan Demirel ile Emre Belözoğlu’nu (artık Başakşehir’de oynuyor) ve Beşiktaş’tan İbrahim Toraman’ı (artık Sivasspor’da oynuyor) sıralayabilirim bir çırpıda.
Hele İbrahim Toraman. Gazetelere çıktığı için burada yazabilirim. İbrahim Toraman’ın eşi Eylem Yıldız kendisini dövdüğü için boşanma davası açmıştı.
Hürriyet gazetesinde çıkan haberleri aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
http://www.hurriyet.com.tr/eylem-toramandan-esi-ibrahim-toramana-agir-suclama-40062059
http://www.hurriyet.com.tr/eylem-yildiz-gordugu-siddeti-canli-yayinda-anlatti-40065267
Eylem’i şahsen tanırım. Aile fertleri ile de tanışıklığım vardır. İyi kızdır. İçi dışı birdir. Almanya’da büyümüştür. Hatta Almancası Türkçesi’nden daha iyidir diyebilirim. İyi eğitimlidir. Avukattır. Onunla ilgili söyleyebileceklerim bundan ibaret. İbrahim Toraman ile evlendiğini duyduğumda “Allah yardımcısı olsun. İbrahim çok agresif ve sürekli kavga çıkaran biridir. Bir de arada eğitim farkı var” dediğimi hatırlıyorum. Maalesef bu konuda da yanılmadım. Bundan sonra umarım hak ettiği yeni bir hayatı kurar. İbrahim Toraman ise Sivasspor’da oynamaya devam ediyor. Kadına, hatta çocuğunun annesine bile el kaldıran biri bana göre erkek değildir. Kendisi topluma kötü örnek oluşturuyor. Bu yüzden futbolu bırakmalıdır bence.
Maalesef, toplumumuzda kötü insan merakı hep olmuştur. Okulda çalışkan öğrencilerin ‘inek’ diye aşağılanması, derslerinde başarılı olmayan, hatta kafası çalışmayan öğrencilerin haytalıklarına istinaden “cool” olarak tanımlanması, futbolcunun ve futbol yorumcusunun sürekli polemik ve kavga çıkaranın makbul olması buna dair yalnızca birkaç örnek.
Artık bu durumun değişmesi lazım. Zamanında Atatürk “Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” sözüyle ne güzel ifade etmiştir. Kanımca olması gereken de budur.
Sporun nasıl olması gerektiğini açıklamak için size geçtiğimiz hafta sonu katıldığım Antalya Koşusu’ndan (Runatolia) örnek vereyim. Liseden beden eğitimi öğretmenim Bülent Hoca ile Avrasya Maratonu’nda karşılaştığımızda bana “Antalya’daki koşuya katılıyor musun?” diye sordu. Ben de kendisine 2 sene önce Antalya’da koştuğumu, ancak bu sene henüz bir organizasyon yapmadığımı belirtince bana “Bizimle gelmez misin?” diye sordu. Kendisi profesyonel olarak Swissotel İstanbul Spa ve Fitness bölümünün başında. “Bizimle gelmez misin?” demek “Swissotel grubuyla gelmez misin?” demek. Ben de kendisine gülümseyerek “Bir Ritz-Carltoncunun aranızda olması nasıl karşılanır?” diye sordum. O da gülerek “İyi karşılanır” dedi. Sonuçta, geçtiğimiz Cumartesi sabahı Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ndeki konuşmamı yaptıktan sonra trenle Ankara’ya, oradan da uçakla Antalya’ya geçtim. Cumartesi akşamı havalimanından beni askerlik arkadaşım ve kadim dostum Ozan karşıladı. Akşam ise Ülkü Cafe’de oturup sohbet ettik. Ayıptır söylemesi koşudan bir gece önce güzel bir Trileçe yedikten sonra artık koşuya iyice hazır olduğumu hissediyordum.☺ Pazar sabahı koşuya Swissotel yöneticileri ve müşterilerinden oluşan bir grup ile katıldım.
Öncesi ve sonrasındaki aktivitelerle koşu tam bir festival havasında geçti. İnsanlar doya doya eğlenmeye, faydalı olmaya (sivil toplum adına koşuya katılan yüzlerce kişi vardı) ve gerçek anlamda spor yapmaya gelmişlerdi.
İşte sporun olması gerektiği yer de budur. Spor sadece kazanmaktan ibaret değildir. Spor bir üstünlük kurma savaşı değildir ve öyle olmamalıdır. Bunu böyle algılayanlar ciddi bir yanılgı içindeler.
Sporcunun nasıl olması gerektiğiyle ilgili yine aynı koşudan bir başka örnek vereyim. 10 km’lik koşu boyunca tempomu ayarlamak için düzenli şekilde süreye bakarak hep aynı tempoda koşmaya dikkat ettim. 1 km’yi yaklaşık 5 dakikada koşuyordum. Koşu sırasında üzerinde CNN Türk tişörtü olan simasına aşina olduğum bir spor spikeriyle karşılaştım. 3. km’den 8. km’ye kadar birlikte koştuk diyebilirim. Kâh birbirimizi geçiyor, kâh yan yana geliyorduk. 8. km’de ise çok acayip bir şey oldu. Abartmıyorum, yaşının 70’in üzerinde olduğunu tahmin ettiğim biri bizi geçti. Tam da tempomun gayet iyi olduğunu düşündüğüm sırada onun geçtiğini görünce ‘ayıp oluyor, tempomu artırayım’ diye düşünerek hızlandım ve kendisine yetiştim. Kıyafetlerinden, nefes alıp verişinden eski bir sporcu olduğunu tahmin ettiğim 70’lik amcanın yanına geldiğimde içimden gelerek “Helal olsun” dedim ve elini sıktım. Sonra birlikte koşmaya devam ettik. Antrenmansız olmamdan dolayı özellikle 6. km’den sonra bende yorgunluk belirtileri başlamıştı. Yarışın bitimine 800 metre kaldığında ise yorgunluk belirtileri iyice ortaya çıkmıştı artık. Yanımdaki 70’lik amca tıkanmaya başladığımı fark edince bana “haydi toparla nefesini, finişe yaklaştık” dedi. Bu sözleri bende fişek etkisi yarattı. Bir anda yorgunluk emareleri gösteren Serhan’a bambaşka bir güç geldi ve depara kalktım. Saatte 12 km hızla koşan Serhan olarak, bir anda 15 km hıza çıktım ve önümdeki 6-7 kişiyi de geçerek yarışı 50 dakikanın biraz altında bitirdim. Sonrasında ise hiç hız kaybetmeden otele döndüm ve öğleden sonra da Antalya Kaş’taki projemizin saha ziyaretini gerçekleştirdim.
Demek istediğim, gerçek sporcu ruhunu o 70’lik amca yansıtıyor. Hayatı boyunca sporu hiç bırakmamış, gençlere taş çıkartan ve aynı zamanda etrafındaki gençleri de motive eden biri. Sporun gereği olan, Antalya Koşusu örneğinde olduğu gibi gerçek anlamda spor yapmak, topluma faydalı olmak, bunun yanı sıra keyif almak ve eğlenmektir.
Daha önceleri de sporun sadece kazanma ve karşı tarafa üstünlük kurma olarak algılanması probleminin çözüm yollarıyla ilgili yazılar yazdım. İlgili yazımın linkini aşağıda bulabilirsiniz:
http://www.serhansuzer.com/2015/04/23/turkiyede-sporun-kendi-ozuyle-imtihani/#more-1391
Sonuç olarak, çözüm eğitimden geçiyor. Ebeveyn eğitimi, eğiticilerin eğitimi ve çocukların/gençlerin eğitimini çok daha ciddiye almamız gerekiyor.
Ben şahsen bu konuda üzerime düşeni elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Neler mi yapıyorum? Bir sonraki yazıyı beklemeniz gerekiyor.
Şimdilik hoşçakalın.
Etiket: spor
Keşke herkes bu gerçeği görebilse...