Statta izlediğim ilk Dünya Kupası Maçı ve Harvard Üniversitesi’ndeki günlerim

Geçen hafta pazar günü Avusturya’dan yeni dönmüştüm.
Eve gelip hızla duş aldıktan sonra akşam yemeği için dışarı çıkmak üzere hazırlanırken kendimi televizyonda Avrupa Şampiyonası’nda İspanya ile İtalya arasındaki maçı izlerken buldum.

Bir yandan uzun süredir görmediğim Kolombiyalı arkadaşlarla buluşmamıza geç kalmamak için hızlı bir şekilde hazırlanırken diğer yandan da ‘94 yazındaki Harvard günlerim ve ilk kez statta bir Dünya Kupası maçını izlerken yaşadıklarım gözümün önünden geçiyordu.

O yaz, hayatımda ilk defa bir Dünya Kupası maçı izlemiştim. Harvard Yaz Okulu’nda Cebir ve Mikroekonomi dersleri aldığım yaz döneminde, Boston’da olduğum için, o yaz ABD’de gerçekleşen Dünya Kupası’nda oynanan İtalya – İspanya maçına gidebilmiştim. Esasında bunu, biraz da Los Angeles’ta yaşayan ve o sırada bizim yurtta kalan İran asıllı Shahnaz isimli arkadaşıma borçluyum. Shahnaz, Harvard’ta gerçekten kafa dengi, akıllı ve futboldan anlayan bir kızdı. Hatta Harvard Üniversitesi yurdunda, bizim katın süpervizörünün odasında, yaklaşık 15 kişi Dünya Kupası maçını izlerken aramızdaki tek kızdı. Bir gün maçlar hakkında konuşurken bana “Bir Dünya Kupası maçına gitmek ister misin?” diye sordu. Bu harika bir fikirdi. Maç Boston’daydı ve çeyrek finalde iki önemli Avrupa takımı karşılaşacaktı. “Peki, nasıl bilet bulacağız?” dediğimde, “Sen o işi bana bırak” dedi. Ben de “Tamam, o zaman biletleri bul, maça birlikte gidelim.” diye karşılık verdim. “Tamam, anlaştık.” dedikten bir gün sonra beni aradı ve biletleri ayarladığını söyledi. Stada metroyla gitmek için randevu saatini ve yerini kararlaştırdık. Gerçekten de çok mutlu olmuştum.

Maç günü geldiğinde metroyla stada gittik ve stadın güzel bir bölümünde yerimizi aldık. Çok da keyifli bir maç oldu. O zamanlar Baggio’nun Baggio olduğu dönemlerdi. Bugünkü durumla belki de şu fark vardı diyebiliriz: O zaman İtalyan futbolu çok ilerideydi ve İtalyan ligi de dünyanın en iyi ligi olarak gösterilirdi. Bütün dünya yıldızlarının da ilk tercihi hep İtalya’dan yanaydı. İspanya, İtalya’ya göre daha arka plandaydı, ama yine de iyi bir takımdı. Baggio’nun harika bir golüyle maçı İtalya 2-1 kazandı. Hepimiz mest olmuştuk. O gün, gerçekten çok keyifli bir gündü. O günü keyifli kılan önemli faktörlerden biri de taraftarlardı. Ben hayatımda bir tek bu maçta karşı takım taraftarlarının birlikte maç seyrettiklerine tanık oldum. Kimse birbirine laf atmıyordu. Herkes kendi çapında tezahüratını yapıp sevinç ve üzüntü tepkileri gösteriyor, şov yapmayı da ihmal etmiyorlardı. Bütün stadda pozitif bir enerji vardı.

 

 

Bugün ise bizim maçlara baktığımızda nefretten beslenen bir toplum olduğumuzu görüyorum. Statlarda ve spor salonlarında kavga, gürültü, küfür, karşı tarafı aşağılama gibi her türlü rezil harekete tanık oluyoruz. Bizlere gerçekten çok benzeyen iki Akdeniz ülkesinin dostluk ve tatlı bir rekabet çerçevesindeki bu maçına tanık olduktan sonra bizde izlediğim maçlardaki hem de birçoğu eğitimli kişilerden oluşan taraftarların davranışları şahsen benim hiç hoşuma gitmiyor. Kazansan ne olur, kaybetsen ne olur? Dünyanın sonu mu? Senin oraya gidiş sebebinin güzel vakit geçirmek, güzel futbol izlemek, arkadaşlarını görmek olmalı. Kaybettin de ne oldu, Karadeniz’de gemilerin mi battı?

O akşam maçtan sonra Harvard Yard’taki yurdumuza döndükten sonra oda arkadaşım Austin’e büyük bir heyecanla maçı anlattım. Oyunculardan konuştuk. Austin, tam da benim kalemim bir oda arkadaşıydı. Colorado Eyalet Futbol (soccer) takımında top koşturuyordu. Harikada bir insandı. Oda arkadaşım olması benim için gerçekten büyük bir şanstı.

Odadan içeri ilk girdiğimde karşılaştığım iki oda arkadaşıma biraz çekingen bir şekilde kendimi tanıttıktan sonra, karşılıklı merak ve sürekli birbirimize soru sormaktan bütün akşam ayakta sohbet etmek durumunda kalmıştık. Onlara Türk olduğumu söylediğimde, hayatlarında karşılaştıkları ilk Türk olduğum için ve okyanus ötesinden geldiğim için soru yağmuruna tutulmuştum. Aynı şekilde, onlar da benim ilk Amerikalı oda arkadaşlarımdı. Austin’in dışında, bir de Peter vardı. Peter Uzakdoğu kökenli, Teksas’tan gelmiş bir arkadaştı. Güney aksanıyla konuşan, Uzakdoğulu görünümlü bu arkadaş beni ilk başta çok şaşırtmıştı. Amerika’yı anladıktan sonra ise gayet normal gelmeye başladı. Peter de çok düzgün bir çocuktu. Hepimizin arasında güzel bir dostluk oluştu. Sonrasında da tahmin edersiniz ki, güzel memleketimizin ağır basan kültürü kaldığımız yurt odasının her yerinde hissedildi. Örnek mi? O zamanlar çok moda olan “answering machine”, yani telesekretere üçümüz için de mesaj bırakıldığında arka planda, o yaz patlama yapan Yonca Evcimik’in “8:15 Vapuru” şarkısı çalıyordu. Hatta, Austin ve Peter’in ailesi arayıp mesaj bıraktıklarında “Evladım, bu müzik de nedir? Harvard’ta günleriniz enteresan geçiyor anlaşılan.” gibi ifadeler kullanıyorlardı.

 

 

 

 

Peter bilgisayar mühendisi olduğu için bilgisayar laboratuvarından pek çıkmıyordu. Dolayısıyla onu az görüyorduk. Ancak, Austin ile ortak bir hobimizin olduğunu keşfettik: futbol. İlk fırsatta bir top bulup Harvard Yard’ın çimlerinde top oynamaya başladık. Derslerden sonra boş vakitlerimizde, keyif için başladığımız bu aktivitede, daha sonra her seferinde bize başkalarının da katılmasıyla giderek kalabalıklaştık. Avrupalılar, Amerikalılar, Latinler derken önce maç yapabilecek sayıya ulaştık.

Kalabalıklaştığımız için Harvard Yard’a sığmamaya başladık. Bir iki yer denedikten sonra en sonunda Harvard’ın futbol takımının antrenman yaptığı nehrin diğer tarafındaki gerçek futbol sahasında oynamaya başladık. 2 kişi başladığımız bu spor aktivitesi 2,5 aylık yaz okulunun son haftalarına girdiğimizde, her birinde 11 kişinin oynadığı 7-8 takımlı turnuva düzeyine geldi. Bu hareketi biz başlattığımız için de takımlarda kimin oynayacağına Austin ile ben karar veriyorduk.
Top koşturduğumuz o dönemde bir ara Austin bana şunu sordu: “Serhan, ben sana nerede futbol oynadığımı söyledim. Ama sen bana nerede oynadığını hiç söylemedin.” dedi. Ben de kendisine şaka amaçlı, Galatasaray Genç Takımı’nda top koşturduğumu ve profesyonel olarak oynadığımı söyledim. O da bana “tekniğinden belli” dedi. Aramızda ‘Biz oyun içerisinde birbirimizi iyi tamamlıyoruz gibi konuşmalar geçti. İki gün sonra dayanamayıp kendisine bunun bir şaka olduğunu söyledim. ‘Hayatımda hiç profesyonel olarak oynamadığımı, arkadaşlar arasında ve lise futbol takımında oynadığımı, onun da sürekli antrenman yapan düzenli bir takım olmadığını’ söylediğimde çok şaşırdı. Sonra, aramızda şöyle bir diyalog geçti:

-Austin: Sen şimdi hayatında hiç profesyonel bir takımda oynamadın mı?
-Serhan: Hayır, oynamadım. Sadece, keyif için, arkadaşlar arasında oynadım. Bir de lise takımı bir turnuvaya katılacağı zaman bir araya gelen ve antrenman yapmayan okul takımında oynadım.
-Austin: Nasıl oluyor bu? Seni benim oynadığım Colorado Eyalet takımına koysak banko oynarsın.
-Serhan: Valla bilemiyorum. Türkiye’de ben dâhil herkes futbolu çok seviyor. Ben de bizim memleketin standardlarına göre iddialı bir oyuncu sayılmam esasında. Benden çok daha iyi oyuncular var.
-Austin: Sizin orada futbol bu kadar ileriyse neden Türkiye’nin adını uluslararası turnuvalarda hiç duymuyoruz?
-Serhan: Bu konuda haklısın. Ancak, şimdi bizim kuşağı iyi izle. Bence, benim kuşağım ileride önemli başarılara imza atacak. Bundan sonra Türk takımlarını ve Milli Takımı dikkatle izle.

Austin’e bahsettiğim benim kuşağım Galatasaray’ın yakaladığı rüzgar ile UEFA Şampiyonu oldu ve Süper Kupayı kazanarak Avrupa’da futbolun zirvesine çıktı. Aynı takım 2002 Dünya Kupası’nda 3.’lük elde etti. Bu başarıları elde ettikten sonra Austin beni anmıştır eminim.

Austin ile takılırken arada diğer Türk öğrencileri de görüyordum. Hepsi düzgün ve iyi yetişmiş arkadaşlardı ve beni her gördüklerinde ‘nerdesin sen yahu, hiç ortalıklarda yoksun’ muhabbeti oluyordu. Zaten, orada sadece 4 okuldan öğrenciler vardı. Robert College, Alman Lisesi, Avusturya Lisesi ve Üsküdar Amerikan. Bu arkadaşlarla ilk tanıştığımızda benim Tarabya Kemal Atatürk Lisesinden olduğumu öğrenince yüzlerinde buruşuk bir ifadeyle bana “Nasıl yani?” diye sorup bu konunun muhabbetinin geçtiğini hatırlıyorum. Ben de o arkadaşlara özel okullar sınavından 1 ay önce apandisit ameliyatı olduğumu ve buna rağmen Avusturya Lisesine girdiğimi, ailemin de o dönemde tercihini yeni kurulmuş Tarabya Kemal Atatürk’ten yana kullandığını da anlattım. Ayrıca lisemden ve lise arkadaşlarımdan çok memnun olduğumu da anlatmıştım.

Harvard Yaz Okulu’na da o dönemde bir aile dostumuzun (teşekkürler Binnur Hanım) telkinleri ve yardımcı olmasıyla başvuru yapmış ve bir şekilde kabul olmuştum. Derslerim de ilk denemeye göre fena değildi.

Akademik çıkışım, yine Kanada’nın en iyi üniversitelerinden biri olan McGill Üniversitesi’ne girişimle devam etti. Bütün okuduğum okulların hepsinin bana farklı alanlarda önemli katkıları oldu diyebilirim. Allah bütün hocalarımdan razı olsun. Okul arkadaşlarım sağolsunlar…

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için