Tangocuların büyülü ülkesi: Arjantin (Buenos Aires)

Latin Amerika’nın Paris’i olarak adlandırılan Buenos Aires’e güneşli ve harika bir havada vardık. Otelimize yerleştikten sonra Buenos Aires programını oluşturmak üzere Concierge’e indik ve 3 günlük Buenos Aires programımızı yaptık.

Concierge’de işimiz bittikten sonradışarıya çıkıp etrafımızı keşfedelim dedik. Otelimiz Buenos Aires’in en kalburüstü semtlerinden Recoleta’da yer alıyordu. Kendimizi otelin yakınındaki Havanna’nın dükanında bulduk. Havanna, Arjantin’in en meşhur “dulce de leche” markası. Dulce de leche İspanyolca “süt tatlısı” anlamına geliyor. Bir nevi karamel diyebiliriz. Farkı karamel gibi şekerden değil sütten yapılıyor olması. İnanılmaz lezzetli. Nutella gibi kutularda satılıyor ve tadına doyum olmuyor. Aşağıdaki resimde perakende sektörüne el atmış olan Havanna’nın bir dükanında alışveriş sonrası kahve içerken görüyorsunuz. 7 farklı kavanozda dulce de leche aldığımı ve Türkiye’ye dönünce de bunları bir ay içinde tükettiğimi hatırlıyorum. Dulce de leche’den burada bahsederken bile canım çekti.

 

 

Bu moladan sonra yine yürüme mesafesinde bir taş bir binada konumlanmış Patio Bullrich alışveriş merkezini keşfettik. Türkiye’de alışveriş merkezlerinin en güzel örnekleri mevcut ama Arjantinlilerin Patio Bullrich ile tarihi bir binada iç ve dış mimarisiyle ve marka mix’iyle örnek bir butik alışveriş merkezi yarattıklarını söyleyebilirim. İçeriyi hızlı bir şekilde dolaştıktan sonra dışarı çıkıp Recoleta’nın denize yakın bölgelerine doğru yürümeye devam ettik. Buralarda bir park alanında aşağıdaki resimde görebileceğiniz mekanik çiçek strüktürü dikkatimizi çekti. Bize anlatılana göre bu mekanik çiçek güneş enerjisiyle çalışıyor ve kapanıp açılıyormuş. Biz oraya vardığımızda kapanıp açıldığını görmedik ama yapı olarak benim ciddi ilgimi çekti diyebilirim (inceleyip anlamaya çalıştım ama etrafta bu yapıyı teknik olarak açıklayacak biri olmadığı için istediğim bilgileri elde edemedim).

 

 

 

Yürüdüğümüz park alanlarından sonra tekrar yukarı otele doğru geri dönüş yoluna geçtik. Yolumuzun üzerinde bizim İstiklal Caddesi’nin bir benzeri (daha küçüğü) Calle Junín’i keşfettik. Bu caddede de biraz dolaştıktan sonra Duhau Sarayı’nda konumlanmış Grand Hyatt Otelimize geri döndük.

Profesyonel çalışma hayatım turizm sektörüyle başladı ve ilk iş olarak The Ritz-Carlton, Istanbul Oteli’ni açtım ve açılmasından itibaren sektöre uzun seneler emek verdim. Bu yüzden otellerle alakalı titiz davrandığımı söyleyebilirim. Buenos Aires’teki Grand Hyatt Oteli’ni özellikle ben seçtim ve otele vardıktan sonra ne kadar doğru bir karar verdiğimi tekrar anladım. Otel zaten eski bir saray olan güzel bir taş binada konumlanmış, içi de olması gerektiği gibi gayet şık dekore edilmiş. Hatta otelin iki binasını bağlayan koridorlarda adeta bir sanat galerisi oluşturulmuş. Duvardaki tablolar saraya yakışmış. Ancak benim otelin dış kabuğundan daha çok ilgilendiğim, otele ruhunu veren işletme mantığı ve sistemidir. Bu anlamda otelin yüksek standartları beni iyi anlamda şaşırttı diyebilirim.

Hatta bir sabah kahvaltı yaparken Buenos Aires’teki Grand Hyatt Oteli’ninaynı bir Ritz-Carlton işletme mantığıyla yönetildiğini dillendirdiğim sıradasalonda uzun boylu 40 yaşlarında takım elbiseli, yönetici gibi davranan ve restorandaki çalışanlarla ve müşterilerle konuşan birini farkettim. Garsonu çağırdım ve “Şu adam otelin genel müdürümü?” diye sordum. Garson’dan “Evet” yanıtını alınca bir müşteri olarak kendisiyle konuşmak istediğimi belirtip masamıza davet ettim. Garson mesajı iletti, 2 dakika sonra genel müdür yanımıza geldi. Kendisini servis kalitesinden dolayı tebrik ettim ve işletmenin gerçekten takdire değer olduğu belirttim. Sonra kendimi tanıttım ve kendisine “Bu oteliadeta Ritz-Carlton standartlarında işletiyorsunuz” diye bir yorum yapınca genel müdür gülümseyerek bana “Ritz-Carlton zincirinden Hyatt zincirine birkaç sene evvel transfer olduğunu” söyledi. Sonrasında kendisiyle hem sektör hem de Ritz-Carlton zinciriyle ilgili sohbet ettik, sektörden birçok ortak tanıdığımızı tesbit ettik. Bu keyifli sohbetten sonra kahvaltımızı bitirip 3 günlük Buenos Aires programına başladık.

İlk gün şehir turunda şehrin önemli bölgelerini gezdik. İlk durağımız La Boca oldu.Riachuelo-Nehri’nin Río de la Plata’ya açılanağzında yer alan bu semt, rengarenk evleri, kafe ve restoranları ve sanat eserleri ile ünlü. Birçok sanatçının resim ve heykelleri El Caminito Caddesi’nin kaldırımlarında ve evlerin balkonlarında bulunuyor.

 

 

 

Bu harika atmosferde tango kültürünün de yansımalarını sokaklarda çalan müzikle, kafelerde yapılan danslarla ve turistlerle resim çektirmek üzere tango dansçısı kılığında giyinmiş Arjantinlilerden hissedebilirsiniz.

La Boca ayrıca futbol kulübü Boca Juniors’un futbol stadı La Bombonera ile de meşhurdur. Arjantin’in en önemli iki takımı Boca Juniors ve River Plate arasındaki rekabeti bizdeki Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti gibi derbi maçlarda bütün ülkede hayat duruyor diyebilirim.Hatta Boca Juniors taraftarları aynı Fenerbahçe taraftarlarının McDonald’s’a yaptığı gibi stadyumun sponsoru Coca Cola’nın renklerini kırmızı beyazdan siyah beyaza çevirmişler. Aşağıda stadın dışarıdan çekmiş olduğum bir resmini görebilirsiniz.

 

 

Tur rehberimiz büyük bir gururla La Boca semtinin İtalyan göçmenler tarafından kurulduğunu ve kendisinin de İtalyan kökenli olduğunu anlatırken aklıma seyahat boyunca tanışmış olduğumuz Arjantinliler geldi.  Seyahat boyunca tanışmış olduğum bütün Arjantinlilerin Akdenizli kıvamında sempatik ve sıcakkanlı olduklarını söyleyebilirim. Zaten yaklaşık 40 milyonluk nüfusa sahip olan ülkenin %87’si kendisini Avrupa kökenli sayıyor. Avrupa kökenli olanların da büyük bir çoğunluğu zamanında İtalya’dan gelmiş diyebiliriz. Açıkçası ben de şu ana kadar Latin Amerika tecrübelerime istinaden bu güzel kıtada İspanyolca’yı İtalyan aksanıyla konuşanları bir tek Arjantin’de gördüm diyebilirim. İlk duyduğumda bana enteresan gelmişti.

La Boca’da güzelce vakit geçirdikten sonra Recoleta’daki meşhur mezarlığa gittik. Eva Peron’unda mezarının olduğu bu mezarlık alışılagelmiş bir yer değil. Bütün mezarlar adeta bir anıt gibi inşa edilmiş. Burada aile kabristanı olan da var, tek başına koca bir anıt mezar yaptırmış olan da. Bu arada Eva Peron’un kim olduğunu bilmeyenler için kısa bir açıklama yapayım. María Eva Duarte de Perón (7 Mayıs 1919 – 26 Temmuz 1952), Arjantin Başkanı Juan Domingo Perón’un ikinci eşidir. Arjantin halkının çok sevdiği EvaPerón, kocasının diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına karşılık, her zaman siyasetle ve halkla içiçe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi.Eva Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldü. Dünya çapında bir fenomen haline gelmesi de Madonna sayesinde oldu diyebiliriz. Zamanında Eva Peron’un hayatını oynadığı bir filmde “Don’t Cry for Me Argentina” şarkısı uzun bir zaman listelerde hit olarak kaldı.

Turistlerin mezarlıkta ne işi var demeyin, çünkü burası Buenos Aires’in ciddi turist atraksiyonlarından biri haline gelmiş. Şehir turlarında Recoleta’daki bu mezarlığa mutlaka yer veriyorlar. Açıkçası bazı mezarlıkların mimarisini gördükten sonra ben de şaşırdığımı söyleyebilirim. Muhteşem mimari özelliklere sahip bu mezarlığın girişinde çektirmiş olduğum resmi ve Eva Peron’un mezar levhasını aşağıda göreceksiniz.

 

 

 

Mezarlık ziyaretinden sonra sırasıyla hükümet binalarının bulunduğu Plaza de Mayo’yu, Başkanlık Sarayı Casa Rosada’yı ve Metropolitan Katedrali’ni ziyaret ettik.

 

Casa Rosada

 

Metropolitan Katedrali’nin içi

 

Yılın son gününde bu kadar aktivite yeterli oldu. Yoğun geçen bir günün sonunda ise yılbaşını kutlamak için güzel bir Arjantin restoranında canlı müzik eşliğinde yemek yediğimizi hatırlıyorum. Garsonların esprili sunumlarıyla, müşterilerin buna ayak uydurması ve şarkı söyleyip dans etmeleriyle neşeli bir şekilde yeni yılı karşıladık.

Paris-Dakar rallisi Arjantin ve Şili’ye taşınmasıyla her sene yılın ilk gününde yapılan bu yarışlar büyük bir festival havasında başlıyordu. Ertesi gün biz de bu yarışın başlangıcına yetişmek için start alınacak meydana doğru yürüdük. Sonrasında oldukça ağır çöl koşullarına meydan okuyan rallicilere ve her türden araçlara tanık olduk.

 

 

 

 

Yukarıda resimlerini görebileceğiniz bu muhteşem geçit töreninden sonra şehrin bir başka önemli semti San Telmo’ya gittik. San Telmo’da oluşturan pazardan alışveriş yaptıktan, kahve içtikten ve müzik dinledikten sonra tekrar otelimize döndük. Akşam ise benim uzun süredir beklediğim harika bir tango gösterisine gittik. Carlos Gardel adındaki bu tango gösteri merkezinde akşam yemeğini yerken muhteşem bir tango gösterisi seyrediyorsunuz. Ben Türkiye’de de iyi tangoculara rastladım ama burada yapılan tango gibisini hiçbir yerde görmedim diyebilirim. Adeta tangocuların hızlarına gözlerimiz yetişemiyordu, ayak hareketlerini takip edemiyorduk.

İnanılmaz olan bu gösteride en büyük alkışı ise 80 yaşlarında iki çiftin muhteşem dansları aldı. Gösteri sonunda herkes bu çifti ayakta alkışladı. Dans böyle birşey. Evrensel… Fiziğinizin yettiği her yaşta yapabiliyorsunuz, keyfini çıkarıp eğlenebiliyorsunuz. Bu gösteride herkesi en çok etkileyen ise kaç yaşında olursa olsun bir çiftin tutkulu bir şekilde tango yapabilmeleri ve bundan büyük zevk almalarıydı. Allah herkese bu çift gibi bir yaşama sevinci nasip etsin.

 

 

 

 

Ertesi gün ise seyahatimizin en özel günlerinden birini yaşadık. O gün şehrin biraz dışında yer alan Estancia semtindeki bir çiftliği ziyaret ettik. Şehir turu kapsamındaki bu ziyaretimiz kısa bir tanıtımdan sonra muhteşem bir gösteriyle başladı. Aşağıda Gaucho’ların (Arjantin kovboylarının) yapmış olduğu bu gösterinin başlangıç resimlerini bulabilirsiniz.

 

 

 

Sonra gösteri “pato” oyunuyla başladı. Pato bildiğiniz at üzerinde basketbol oynamaya benziyor. Pato İspanyolca’da ördek demek, 17. yüzyılda bu oyun ilk oynanmaya başlandığında top yerine ördekler kullanılmış. Sonra oyun insanlar arasında çıkan kavgalar ve ördeklere uygulanan şiddetten dolayı yasaklanmış. 1930’lu yıllarda çiftlik sahibi Alberto del Castillo Posse oyunun kurallarını yeniden oluşturmuşve yapılan düzenlemelerle ördeklerin yerini aşağıda görebileceğiniz top almış.

 

 

Daha sonra 1953 senesinde Devlet Başkanı Juan Perón’un pato’yu “ulusal oyun” ilan etmesiyle pato meşruiyet kazanmıştır. Aşağıda bizim ziyaret ettiğimiz çiftlikte oynanan pato karşılaşmasının videosunu bulabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=edS4C3zRFkM

Bir sonraki gösteri de çok enteresandı. Yukarıda çıtadan sarkan küçük bir çengeli, atla dört nala koşarken yerinden alma oyunu. Ne demek istediğimi daha iyi anlamak için aşağıdaki videoyu seyredebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=cQZ0LXQ9IHk

Son olarak “at üzerinden sandalye kapma oyunu” oynandı. Aşağıdaki videoyu izlerken zili çalan kişiye dikkatle bakınız.

https://www.youtube.com/watch?v=_sRz2UZW8rA

Bütün bu aktivitelerden sonra ise çiftlikte herkesin heyecanla beklediği yemek faslına geçtik. Bunun sebebi Arjantin’in et kültürüyle meşhur olması. Arjantin’deki et kalitesi ve et kültürü dünyaca meşhurdur. Hatta daha iyi anlamanız için bugünlerde çok meşhur olan Nusr-Et restoranının sahibi Nusret’in Arjantin’de uzun bir süre kalıp eğitim gördünü ve Türkiye’ye döndüğünde ise Arjantin’de öğrendiklerini tatbik edip şimdilerdeki Türkiye’nin en kaliteli ve popüler et lokantasını açtığını belirtmek isterim. Arjantin işte böyle bir yer. Şahsen çok fazla et yemem ama bu çiftlikte ağzınıza attığınız etin lezzeti inanılmazdı. Üstelik çiftliğin maskotu durumunda olan Gaucho’muz Juan Carlos’un gitar eşliğinde öğle yemeğinin tadını çıkardık. İşte yediğimiz öğle yemeğinden kareler:

 

 

Juan Carlos ve ben

 

Son günümüzde ise Buenos Aires’in kuzeyinde bulunan El Tigre semtine gittik. El Tigre semtinin en önemli özelliği Paraná Deltası’nda yer alması. Birbirine bağlı küçük nehirlerin üzerinde kurulan mahalleleri düşünün. Evlere ulaşmak için tekne kullanmanız gerekiyor. Evler bütün alışverişlerini yüzen bakkallarla sağlıyorlar. Bu bölgede adeta küçük bir Venedik yaratılmış.

 

Paraná Deltası’nda ulaşım buna benzer teknelerle sağlanıyor.

 

İşte size “yüzen bakkal”

 

Nehrin kenarında konumlanmış müstakil bir ev

 

Nehri gezdikten sonra öğle yemeğini yemek üzere yine nehrin kenarında bulunan Gato Blanco (Beyaz Kedi) restoranına gittik. Bu sefer menüde balık vardı. Güzelce karnımızı doyurduktan sonra geri dönüş yoluna geçtik. Dönüş yolunda nehrin kenarında yine Sanat Müzesi gibi harika yapılara tanık olduk.

 

Belediyeye ait Sanat Müzesi muhteşem bir yapı

 

Arjantin’deki son akşam yemeğimizi ise Buenos Aires’in Palermo semtinde yedik. New York’taki Soho’ya benzeyen bu güzel semtte lezzetli bir pizza yediğimi hatırlıyorum.

 


 

Palermo semtinde Kosta Rika Sokağı’ndayken

 

Son akşam yemeğinden bir kare

 

Bütün bu harika anılarla ertesi gün Brezilya üzerinden memleketimize döndük. Arjantin anılarımı arkadaşlarıma 2 senedir anlatıyordum. Şimdi sizlerle sonunda paylaşabildiğim için mutluyum. Eğer imkanınız ve vaktiniz olursa bir gün mutlaka Arjantin’e gitmenizi tavsiye ederim.

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için