Cartagena

Geçen ay ikinci ziyaretimi gerçekleştirdiğim Cartagena, Kolombiya’da kolonyal mimarisi, surları, sıcakkanlı insanları, müziği, dansı ve şehrin ritmiyle mutlaka görülmesi gereken bir şehir. İlk gelişimde çok keyifli bir seyahat yapmış, bu arada başımdan çok ilginç olaylar da geçmişti:

Ünlü bir dizi oyuncusuyla tanışmam ve İspanyolca öğrenmeme neden olan, yanlış telaffuz ettiğimsözcük gibi. Bu kez gelişim yakın arkadaşım Santiago’nun düğünü nedeniyle idi. Yine olağanüstü bir deneyim oldu. İki seyahatimle de ilgili anlatacağım çok şey var…

Cartagena’ya ilk kez gidişim, yanlış hatırlamıyorsam 2007 yılı idi. Babam, “Yılbaşı tatili için Kolombiya’ya gidiyorum, istersen sen de gel” deyince bu fırsatı kaçırmak istemedim. Merakımı çeken Kolombiya’nın yazlık şehri Cartagena’nın ismini açıkçası ilk kez o zaman duymuştum. Cartagena, Kolombiya’nın kuzeyinde büyük bir sahil şehri. Milattan önce 4000 yıllarında yerli halk buraya yerleşmiş. Daha sonra İspanyollar bugünkü şehri 1533 yılında kuruyorlar ve İspanya’da bulunan Cartagena’nın ismini buraya veriyorlar. Şehir hakkında okudukça merakım daha da arttı.

Önce babamlar Avrupalı bir arkadaş grubuyla birlikte Cartagena’ya gitti. İki gün sonra ben de onlara katıldım. Birlikte oldukça keyifli bir yılbaşı oldukça geçirdik. Cartagena’daki yılbaşı tatilinden aklımda kalan iki olay var.

Birinci olayda arkadaşlarla Cafe Del Mar isimli açık hava bir Lounge Bar’a gitmiştik. Cafe Del Mar, surların üzerinde konumlanmış, deniz kenarında harika bir eğlence mekânı. Kafanızda canlandırmanız için aşağıda gündüz vakti çekilmiş resimlerini sizlerle paylaşıyorum:

 

Cafe Del Mar’ın girişi. Surların üzerine çıkabilmek için merdiven çıkmanız gerekiyor.

 

Cafe Del Mar’ın üzerinden manzara…

 

Arkadaşlar arasında keyifli bir sohbet sürerken bir ara içeriye 20’li yaşların sonlarında, havalı esmer bir kadın girdi. Cafe Del Mar’daki herkes bir anda konuşmayı kesip bu kadına bakınca ben de ister istemez yanımdaki arkadaşlara “Kim bu?” diye sordum. Kendisinin çok ünlü bir dizi oyuncusu olduğu söylenince ben de arkadaşlarla şakalaşmak anlamında “Beni de Türkiye’den çok ünlü bir aktör Cartagena’ya geldi, sizinle tanışmak istiyor diye takdim eder misiniz?” dedim. Masadaki arkadaşlardan birinin eşi “Bu harika bir fikir” dedi ve yerinden kalkıp aktristin yanına giderken arkasından son bir “Bekle bir dakika, şaka yapmıştım, birşey söylemene gerek yok” demem müzikli ortamda kaynadı. Arkadaşımın eşi çoktan aktristin yanına varmıştı. Sonrasında gülümseyerek yanımıza geldi ve “Seninle tanışmak istiyor” dedi. Sonuçta bu konuşmaların ardından kendimi bu ünlü aktristin yanında buldum. Aramızda şöyle bir diyalog geçti:

Kolombiyalı Aktris: “Televizyondaki kariyerine nasıl başladın?”
Yalan söylemeyi beceremeyen bir kişi olarak bu işi nasıl kıvıracağımı düşünürken aklıma televizyonda katıldığım ekonomi programları gelince“Ekonomi programlarıyla”deyiverdim bir anda.
Kolombiyalı artist: “İlginç… Ekonomi programlarından aktörlüğe geçeni ilk defa duyuyorum.”
Bunları dedikten sonra niçin Cartagena’yı seçtiğimden tutunda Kolombiya ve Kolombiyalılar hakkında ne düşündüğüme kadar birçok konuda sohbet ederken masamızda bağlantıyı sağlayan arkadaşımın eşi tekrar yanımıza geldi ve gitmek üzere olduğumuzu belirtti. Ben de kendisine “Tamam, bana beş dakika verin şimdi geliyorum” dedim. Fakat kendisi ısrar etti ve “Şimdi gidiyoruz, Serhan” deyince “peki, o zaman” deyip aktrisle vedalaşıp arkadaşlarla birlikte çıktım. Sonra çıkışta bana bu aktristin Kolombiya’da çok ünlü biri olduğunu fakat belalı bir erkek arkadaşı olduğu için aramızdaki bu konuşmayı kesmek zorunda kaldıklarını anlattı. Aynı günün akşamında bizim artist, arkadaşımın eşini telefonla arayıp (önceden tanışıyorlarmış) benim de içinde bulunduğum bir yemek organize edebileceğimizi söylüyor. Bizim arkadaş da sağ olsun beni koruma içgüdüsüyle benim Türkiye’ye dönüş yolunda olduğumu söylüyor ve yemek gerçekleşmiyor.

İkinci olayda ise yılbaşı gecesi Cartagenalılar meydanda toplanmış birbirlerinin yeni yılını kutluyorlardı. Herkes birbirine “felizaños” deyip yeni yıl için temennilerini iletiyorlardı. İspanyolcada yazı dilinde “ñ” harfi “ny” harflerine tekabül ediyor. Yani “felizaños” sözcüğü “felizanyos” diye okunuyor. Pozitif enerji her tarafı kaplamış, herkes birbirine sarılıyor, güzel temennilerini iletirken ben de bu atmosfere kendimi kaptırarak iyi niyet temennilerimi paylaşmak istedim. Etrafımdaki İspanyol arkadaşların tümünün anlayabilmesi için bunu İspanyolca yapmak istedim. Yalnız iyi mi duyamadım nedir, kulaktan dolma bir söylemle “felizaños” yerine “felizanos” deyiverdim. Etrafımdaki herkes bir anda sessizliğe büründü. Yaşlıca bir kadın benim yanıma gelerek yüksek sesle “felizaños, felizaños;nofelizanos, porfavor” deyince yanımdaki Kolombiyalı ve Amerikalı arkadaşların hepsi birden gülmeye başladılar. Bir pot kırdığım belliydi. Yine de ne olup bittiğine tam olarak anlam veremediğim için yanımdakilere “ben ne dedim şimdi” diye sordum. Onlarda bana ‘años’un İspanyolca ‘seneler’ anlamına geldiğini, fakat ‘anos’un İspanyolca ‘anüs’ anlamında olduğunu kahkahalar atarak anlattılar. Yani ben “mutlu seneler” demek isterken “mutlu anüsler” demiştim.

Açıkçası kırdığım potun ne olduğunu anladıktan sonra Kolombiyalı teyzeye de hak verdim. Kızmakta haklıydı. Ancak, kafama bir şey takılmıştı; etrafımdaki Kolombiyalıların büyük bir kısmı İngilizce konuşmuyorlardı. Yeni kuşak iyi eğitimli Kolombiyalıların hemen hemen hepsi İngilizce konuşuyor, ancak geri kalan insanların hiçbirisi İspanyolca dışında bir lisan konuşmuyordu. Bu durum Latin Amerika’nın birçok yerinde böyleydi. Ben de açıkçası bu olaydan sonra kendi kendime şakayla karışık “Serhan, bu İspanyolcayı öğrenmen lazım. Aksi takdirde başını yeniden belaya sokacaksın” dedim ve o seyahat dönüşü Cervantes Enstitüsü’ne yazılıp İspanyolca öğrenmeye başladım.

Ardından Kosta Rika Fahri Konsolosu olarak atandığımda İspanyolca öğrenmeye karar vermekle ne kadar doğru bir iş yaptığımı anladım. Bir de tabii İspanyolca 22 ülkede 500 milyonun üzerinde kişi tarafından konuşuluyor. ABD’de toplumun en az %20’lik bölümünde ana dil olarak konuşuluyor. İspanyolca öğrenmem sayesinde İspanyollar ve Latinler ile çok daha rahat iletişim kurabilmemden dolayı çok memnunum. Latin Amerikalılar gerçekten de bize çok benziyorlar. Dil ve din farklarını aradan kaldırdığımızda birbirine çok benzer bir kültürün içinde ve hemen hemen aynı zihniyete sahibiz. Akdenizlilikten gelen bakış açısıyla olaylara verdiğimiz reaksiyonlar, misafirperverlik, zengin mutfaklar, anın keyfini çıkarma gibi birbirine çok benzeyen alışkanlıklarımız var. Fiziki olarak da bize çok benziyorlar. Ben Latin Amerika’ya ne zaman gitsem herkes beni kendilerinden sanıyorlar, tartışmasız her zaman İspanyolca konuşuyorlar Kosta Rika’da, Kolombiya’da, Küba’da, Brezilya’da, Arjantin’de hep böyle oldu. İspanyolca konuşmaya başladıktan sonra da aksanıma pek bir anlam veremeyip hangi Latin Amerika ülkesinden olduğumu soruyorlar. Türk olduğumu öğrenmeleri şaşkınlık yaratıyor.

Tabii bu arada bizim ülkemizde eksik olmayan gerginlik ortamından dolayı kendi özümüzden uzaklaşıp maalesef gergin, sinirli ve toleranssız bir toplum olma yolunda hızla ilerliyoruz. Bunun sonucunu ise geçenlerde okuduğum bir makalede görmek mümkün. Bu habere göre ‘Gallup International Global Mutluluk Barometresi’nin sonuçları açıklanmış. Dünya genelinde 54 ülkede 56 bine yakın kişiye son bir yılda kendilerini nasıl hissettikleri sorulmuş. Araştırma sonuçlarına göre dünya genelinde mutlu olanların toplam nüfusa oranı %53, mutsuzların oranı %13, “ne mutlu, ne mutsuzum” diyenlerin oranı da %32 olarak belirlenmiş. WIN/GIA Global Mutluluk Barometresi araştırmasının Türkiye halkasını gerçekleştiren ve bin kişi ile görüşen Barem Research’e göre, Türk halkının %40’ı kendini mutlu hissediyormuş. Mutsuz olduğunu söyleyen Türklerin oranı %7 seviyesinde kalırken kendisini mutlu ya da mutsuz olarak tanımlayamayanların oranı ise %42 düzeyinde gerçekleşmiş. Latin Amerika ülkeleri ise %78 ile tüm dünyada mutluluk oranının en yüksek olduğu bölgeymiş. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batı Asya ve Doğu Avrupa’da ise mutlu olanların oranı %41. Bu oran en az mutlu insanların yaşadığı bölgeyi oluşturuyormuş. Bu istatistikler size birşey anlatıyor mu? Birbirine hem karakter hem de tip olarak çok benzeyen iki insan topluluğundan biri en mutlu, diğeriyse en mutsuz. Hayatın anlamını birçok insan ‘mutlu bir yaşam sürmek’ diye tanımladığı varsayılırsa, bizim güzel memleketimiz Türkiye’de bir yerlerde bazı şeyleri yanlış yaptığımızı söyleyebiliriz.

Kolombiya’nın en popüler turizm destinasyonlarından biri olan Cartagena kolonyal mimarisi, surları, sıcakkanlı insanları, müziği, dansı ve şehrin ritmiyle mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğu için büyük bir keyifle geçen ay ikinci ziyaretimi gerçekleştirdim. Programımda iki Latin Amerika ülkesi vardı. Çok başarılı geçen Kosta Rika ziyaretimden sonra 14 Şubat akşamı Kolombiya’ya vardım (her ne hikmetse Sevgililer Günü’nde Kosta Rika’dan Kolombiya’ya seyahat ediyordum). Bu sefer Cartagena’ya hayırlı bir iş için gittim. Arkadaşım Santiago, kız arkadaşı Sabina ile evleniyordu. Santiago, Kolombiya eski Devlet Başkanı Andrés Pastrana Arango’nun oğlu. Pastrana ailesi hem son derece mütevazi, hem de gerçekten kaliteli insanlar. Sabina ve Santiago’nun bu mutlu günlerinde yanlarında olmak istedim.

Önce San Jose-Bogota, sonra da Bogota-Cartagenaderken uçağında rötar yapmasıyla gece yarısından sonra saatiki gibiCartagena’ya vardım. Havaalanında beni Ricardo karşıladı. Ricardo,Cartagena eski Belediye Başkanı GinaBenedetti de Velez’in oğlu. Ricardo da başarılı bir avukat.Babası ve kardeşi ile Cartagena’nınönde gelen hukuk bürolarından birini yönetiyorlar.

Altı sene sonra yenidenCartagena’daydım. Surlardan içeri girince şehri gerçekten çok özlediğimi fark ettim ve geçmişteki keyifli günlerimi aklımdan geçirdim. İhtişamlı CharlestonSanta Teresa Oteli’ne bir kez daha giriş yaptım. Tabii bu sefer büyük bir farkla… Beni karşılayan dostum Ricardo’yla birlikte girdiğim otelderesepsiyonist, güvenlik, bell boy dâhil önüme gelen herkesle İspanyolca konuşuyordum.

 

Charleston Santa Teresa Oteli’nin dışarıdan görünümü

 

Ertesi gün surların içerisini biraz gezdikten sonra Ricardo ile Cuzco Peru restoranına gittik. Latin Amerika’da herkesin özel bir yere koyduğu Peru mutfağının en seçkin yemeklerinin keyfini çıkardım. Tam anlamıylabitmeyen bir ziyafetti. Hani çok lezzetli yemek yediğinizde karnınız doyar, gözünüz doymaz ya, işte o misal.

 

Cuzco Peru Restoranının girişi

 

Bu ziyafetten sonra düğünden evvel kıyafet kurallarına uygun olarak “guayabera” almaya sıra geldi. Surların içinde Ricardo’nun tavsiyesiyle bir dükkâna girip guayabera gömleğimi, beyaz keten pantolonumu, açık renk ayakkabıyı ve geri kalan aksesuarları satın aldıktan sonra artık düğün için hazırdım.

 

Guayabera’yı aldığım dükkan

 

Sonrasında ise eski şehri, yani surların içini biraz dolaştım. İşte size Cartagena sokakları:

 

 

 

 

 

 

 

 

Akşam yemeği öncesinde de düğün sahipleri Pastrana ailesinin kokteyl etkinliğine katıldım. Birçok farklı ülkeden gelen davetlilerin katıldığı bu neşeli etkinliğin sonrasında akşam yemeği için VelezBenedetti ailesine katıldım. Önce Cafe Del Mar’a gittik. Bu benim için gerçek bir nostalji oldu. Daha sonra faytonla surların içinde bulunan bir Kolombiya restoranına gittik. Latin mutfağının keyfini çıkarırken bir yandan da bu harika ailenin birbirine düşkünlüklerini, bir arada olmaktan aldıkları keyfi ve yüksek aile değerlerini gözlemliyordum.

Ertesi gün VelezBenedetti ailesinden Ernesto beni tipik bir Latin restoranına daha götürdü. Bu sefer şehrin farklı bir bölgesindeki restoranda deniz ürünleri çorbası, köpek balığı, Latinlere özel pilav ve plátano yedik (Bir tür muz. İngilizce ‘plantain’ deniyor. Alışık olduğumuz muzun aksine acı olduğu için Latin Amerikalılar kızartıp patates cipsi kıvamında yiyorlar. Latin Amerika’da tatlı muza dişi muz, acı muza erkek muz diye de hitap ediliyor). İşte size restoranla ilgili bazı resimler:

 

Restoranın girişinde çektirdiğim resim

 

Köpekbalığı (gördüğünüz gibi görünüşü konserve ton balığı gibi, ama tadı daha farklı) ve plátano (tadı patates cipsi gibi, lezzetli)

 

Deniz mahsulü çorbası, Latin Amerika usulü pilav ve plátano

 

Restoranın bulunduğu sokak

 

Öğle yemeğinden sonra Ernesto’nuneşi Violetta, oğlu ve oğlunun bir arkadaşını alıp birlikte San Felipe de Barajas Kalesi’ne gittik. Bu kalenin Cartagena için önemli büyük. San Lázaro’dabir tepenin üzerine kurulu San Felipe de Barajas kalesi stratejik konumuyla şehre denizden ve karadan geleceklere karşı hâkim bir şekilde konuşlanmıştır. Kale İspanyollar tarafından 1536 senesinde, yani kolonyal dönemde inşa edilmiştir. 1984 yılında UNESCO San Felipe de Barajas kalesini Cartagena şehrinin tarihi merkeziyle birlikte Dünya Mirası listesine almıştır. 1990 yılından bu yana kale, Kolombiya hükümetinin yabancı delegasyonları ağırladığı, başkanlık zirveleri ve bakanlık toplantılarının gerçekleştirildiğiçeşitli resmi sosyal ve kültürel etkinliklere hizmet etmekte. Kaleturistlerin de ziyaretine açık. İşte, size San Felipe de Barajas Kalesi’ni ziyaretimden çeşitli kareler:

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaleyi ziyaretimizden sonra otele dönerken aşağıdaki resimleri çektim:

 

 

 

 

 

 

Otele döndükten sonra düğüne daha vakit vardı. Ben de surların içinde biraz daha dolaşmaya karar verdim ve aşağıdaki resimleri çektim:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç canlı müzik yapılan bir süpermarket gördünüz mü? İşte size Cartagena’dan bir market videosu:

https://www.youtube.com/watch?v=CPH5U2RQxHo

Size daha iyi fikir vermesi açısından Cartagena sokaklarında çekmiş olduğum videoları da paylaşmak istiyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=-tu6onZ9kfw

https://www.youtube.com/watch?v=64irgd3namA

https://www.youtube.com/watch?v=Su59SYRKLAs

Kilisedeki törenin başlamasına iki saat kala otelime geldim, hazırlandıktan sonra lobiye indim. Santiago’yu görünce yanına gittim, kısa bir sohbetten sonra düğün töreninden bir saat önceaşağıdaki resmi çektirdik:

 

 

Sonrasında Pastrana ailesinin minibüsüyle kiliseye gittik. İçeride güzel bir ortam vardı. Köşede konumlanmış orkestraysabu mistik havayı tamamlıyordu. Yarım saat bekledikten sonra ailelerinin eşliğinde önce damat, sonra da gelin içeriye girdi. İşte size seremoninin başlangıcı:

https://www.youtube.com/watch?v=3Rrkt48l-Eo

Kilisedeki törenden ve kıyılan nikâhtan sonra sıra eğlenmeye geldi. Surların üzerindeki bir başka harika ortamda gerçekleşen akşam yemeği, daha sonra yerini sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek bir eğlenceye bıraktı. Bu eğlencenin başlangıcında sempatik arkadaşım Santiago ve birbirlerine çok yakıştıklarını düşündüğüm eşi Sabina ile çektirdiğimiz kısa metrajlı video (esasında resim çektirmek istemiştik ama resim kıvamında bir video ortaya çıktı):

https://www.youtube.com/watch?v=oYH9x92t3ew

Bizde nasıl düğünlerde yemekten sonra herkes kendini dans pistine atıp dans etmeye ve göbek atmaya başlarsaKolombiyalılar da diğer Latinler gibi kendilerini dans pistine atıp salsa, merenge gibi Latin danslarını hakkını vererek yapıyorlar. Bu kez de Latin Amerikalılar dans etme, eğlenme ve anın keyfini çıkarmadaki ustalıklarını sergilediler. Muhteşem bir ortam vardı. Müzik harikaydı. Dünya mutluluk endeksinde en üst sıralarda yer alan Latinler bunun rastlantı olmadığını bir kere daha kanıtlamışlardı. Bizdeki ağır abilerden, kasıntı tiplerden, başkalarını sürekli yargılar şekilde davrananlardan eser yoktu. Orada “etrafımdakiler ne düşünür” diye kafasına takmayan, eğlenmek üzere orada bulunan herkes anın keyfini çıkarıyordu. Ben de dahil olmak üzere…

Ertesi gün dönme vakti gelmişti. Üzgündüm. Bogota’dan New York’a indim. Türk Hava Yolları’nda biniş kartımı alırken bir ağır abimiz arkadan gelerek kolunu önüme koydu ve benim biniş kartımı vermek üzere olan yetkiliye “Hşşt, sen bana baksana bakiyim. Türkçe biliyor musun?” dedi ve yeşil pasaportunu kontuarın üzerine koydu. Görevli şaşkın bir şekilde “Evet, biliyorum” dedi. Sonrasında “Bu kadın ne dediğimizi anlamıyor, Türkçe bilmiyor, şuna derdimizi anlatsana” dedi.

O dakikaya kadar hâlâ bir önceki geceden kalma Latin müzikleri kafamda dolaşırken ve son derece neşeli bir havadayken otuz saniye içinde Latin Amerikalılığı bir kenara bırakıp Anadolu’nun has delikanlısına dönüşüp adama ters ters baktıktan sonra şunları söyledim: “Şu anda biniş kartı işlemlerim yapılıyor. Ne söyleyecekseniz sıraya girin, sıranız gelince söyleyin.” Adam kaşını çatıp tam bana ters birşey söylemek üzereyken (ben de gardımı almıştım bu arada) işlemimi yapan yetkili araya girdi ve dışarıda bulunan amirine seslenerek onun devreye girmesini sağladı. Sonra bana “Kusura bakmayın” diyerek biniş kartımı uzattı. Azeri kökenli olduğunu anladığım yetkiliye teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldım. Bu olay beni bir anda kendime getirdi. Memlekete dönüş yolundaydım…

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için