Cennet Ege makûs talihini yenebilecek mi?

Gündem oldukça kalabalık. İstanbul Atatürk Havalimanı saldırısı ve darbe girişiminden önce, sıklıkla Yunan Adaları ve Çeşme/Bodrum kıyaslaması yapılıyordu. 15 Temmuz akşamı darbecilerin Cumhurbaşkanı’nın tatil yaptığı Marmaris’teki otele baskın yapması ve bu girişimde bulunan bazı askerlerin Yunanistan’a kaçmaları sonucu “iade edilecekler mi, edilmeyecekler mi?” tartışmalarının da alevlenmesiyle, Ege coğrafyası bir kez daha ülke gündemine oturdu. Ben de bu hafta sizlerle söz konusu coğrafya ve komşumuzla ilgili bazı deneyim ve saptamalarımı paylaşmak istedim.
Kamuoyunda Çeşme gibi Türkiye’nin popüler yerlerinin ne kadar pahalı olduğu tartışılırken, bu ayın başlarında Melis Alphan Hürriyet gazetesindeki köşesinde “Niye Alaçatı’da kazıklanalım, aptal mıyız?” başlıklı bir yazı kaleme aldı: http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/melis-alphan_350/niye-alacatida-kaziklanalim-aptal-miyiz_40137284
Melis Alphan ile annemin organize ettiği bir etkinlikte tanışmıştık, şahsen birçok yazısını saygıdan yoksun ve saldırgan bulsam da bu konuda kendisine hak veriyorum.
90’lı yıllardaki Alaçatı’nın durumunu hatırlayan var mı? O dönemde ayakta kalabilmiş birkaç Rum evi dışında genelde harap evlerin bulunduğu bir yerdi. İzmirlilerin Çeşme’ye giderken Alaçatı ve civarına halka açık plaj ve sörf okulu amaçlı uğramaları dışında pek kimse rağbet etmezdi. İstanbullu da göremezdiniz pek.
O yıllarda dedem bana Alaçatı’nın Bodrum ile yarışacak bir destinasyon haline geleceğini söylemişti. Benzer şeyleri başkalarına da aktarmıştı. Etrafındakiler ise genelde dedemin orada bir otel yaparak büyük risk aldığını ve bu yaştan sonra böyle bir risk almaya gerek olmadığını söylüyorlardı.
İstanbullu algısı ve esnaf uyanıklığı
Dedem haklı çıktı. Bugün Alaçatı’nın geldiği nokta belki onun hayallerinin bile ötesine geçti. Bir başka görüşle kantarın topuzu kaçtı da diyebiliriz. Bir turistik bölge çok gözde olunca haliyle restoranlar, butik oteller ve diğer bütün işletmelerin sayısı artıyor. Bu popülerlik sonucu arz-talep dengesinin sarsılmasıyla fiyatlar da sürekli yükseliş trendine giriyor. Hele ki Türkiye gibi fırsatçılığı bir halt sanan, alt kültürü yücelten bir ülkede mekân sahipleri ve diğer esnaf hiç gözünüzün yaşına bakmadan fiyatları şişirebiliyor. Bir anlamda İzmirlilerin “Go Home 34” haykırışlarını anlayabiliyorum. Ancak şunu da belirtmem gerekiyor. Alaçatı gibi bir yere İstanbul’dan taşınan ve orayı yuvaları haline getiren çok düzgün İstanbullular da var. Yaşadıkları yerlerin dokusunu bozmadıkları gibi Alaçatı’ya ciddi katkıları oluyor. Burada yaşamak onların da hakkı. Asıl sıkıntıyı yaratansa bir kitle kültürü içinde hareket edip tatil zamanlarında oraları hınca hınç dolduran İstanbullular (ve genelde diğer büyükşehirlerden gelenler) ve bunu fırsat bilip fiyatları “yerse” diye patlatan gözü açık esnaf kafalılar.
Ege’nin esasında her yeri her açıdan cennet. Yenilenebilir enerji çeşitliliği bağlamında da aynı şey geçerli. Ege bölgesi, Türkiye’de güneş, rüzgar, jeotermal, biyogaz, dalga, akıntı gibi tüm yenilenebilir enerji çeşitliliğine sahip tek yerdir. Bu cenneti her zamanki gibi bizler yaşanması zor bir yer haline getiriyoruz. Sadece bizler değil, komşumuz Yunanlılar da bulunduğu coğrafyanın değerini bilmeyenlerden. Yunanlılar esasında birçok açıdan bizlere, özellikle Ege bölgesinde yaşayan Türklere çok benziyor. Din ve dil dışında birçok açıdan benzeşiyoruz.
Kanada’da okurken Yunanlılarla birlikte birçok organizasyona imza atmışlığımız vardır. Ne zaman canımız balık çekse Montreal’de Yunan restoranlarına giderdik. Türk Öğrenci Derneği başkanı olarak ben de Yunan Öğrenci Derneği’nin bir üyesiydim, aynı şekilde bizim üyemiz olan Yunanlı öğrenciler vardı. O dönemde en yakın arkadaşlarımdan biri Atinalı Yannis’ti.
Mezun olduktan sonra da bu arkadaşlığımız kopmadı. Kaderin cilvesi olarak askerliğimi yaptığım yer Yunanlılarla savaş çıkarsa savaşta en ön sırada yer alması beklenen Denizli’deki 11. Piyade Tugayı’ydı. Askerlik sonrası bunun çok makarasını yaptım Yannis’le; ‘canımı sıksaydın gelirdim oraya’ diye. Askerliğimi yaptığım dönemde içinde bulunduğumuz ortam ve askeriyenin algısı ile şu anki arasında dağlar kadar fark var. Atatürkçü ve laik askerlerin bastırdığı kalkışma sonrası darbeci komutanların ve askerlerin işkence görmüş ve dayak yemiş fotoğraflarının medyaya servis edilmesi çok yanlış bir davranış. Maalesef bu durum sosyal medyada dalga konusu bile oldu.
Bu trajik olaylar bu şekilde karikatürize edilip sosyal medyada paylaşılıyor: Or-Morgeneral
Bu kişilerin ordudaki komutanları yerine emirleri bir imamdan almaları ve vatana ihanet ediyor olmalarını bir kenara koyuyorum. Hukuk çerçevesinde her türlü cezayı hak ediyorlar. Ancak bu işkenceleri yapıp resimleri medyaya servis etmeyi akıl edenlere şunu söylemek isterim:
- Her Türk’ün ne olursa olsun saygı duyduğu askerin değerini düşürüyorsunuz.
- Bilinçaltında asker ile polis arasındaki düşmanlığı artırıyorsunuz.
- Evrensel değerlere göre düşman askerine bile işkence yapılmaz.
- SAT komandosunu gözü morarmış bir şekilde medyaya servis edince ordumuzun en elit güçlerinin bile yetkinliğini azaltıyorsunuz.
- Asker bir yere girdiği zaman psikolojik olarak da üstünlüğü elinde bulundurur. Böylelikle bir çok olayı silah sıkmadan çözebilir. Ancak bu yaptıklarınız yüzünden değer ve yetkinliği azalan askerin bundan sonra terörle savaşı daha güç hale gelmiştir.
Bunlarla uğraşacağınıza onlarca yıl yapmadığınız kanser hücrelerini ordudan temizlemeye odaklanmanız çok daha faydalı bir hareket olacaktır.
Kimi keyifli, kimi ürpertici anılar
Konumuza dönersek, en son bundan yaklaşık 4 sene evvel güzel bir katamaran ile Yunan adalarında mavi yolculuğa çıkarak Yannis, şimdiki eşi Loli ve diğer arkadaşlarımızla çok keyifli bir tatil geçirdik. Tabii beni turistlerin değil de Yunanlıların tercih ettiği adalara götürdüler. Bunların içinde küçüklüğünden beri gittiği ve evlendiği Andros’un dışında Tinos ve Syros adaları vardı. İnanın bana Yunanlılar o turistik adalardan çok daha güzellerini kendilerine ayırmışlar ve Ege’nin gerçek anlamda keyfini çıkarıyorlar.
Üniversite çağlarımda Yunanistan ile ilgili anılarım hep olumlu olmadı tabii ki. Üniversite 3. sınıftayken okuduğum McGill Üniversitesi’nin yaz okulu ilanları dikkatimi çekti. Brezilya’da veya Yunanistan’da 2 ay hızlandırılmış ders alabiliyor, bu dersleri kredinize saydırabiliyordunuz. Açıkçası ben her iki ülkeye de gitmek istiyordum, ancak Yunanistan’ı daha çok merak ettiğim için bu ülkede verilen operasyon yönetimi ve uluslararası ticaret derslerini seçtim. McGill Üniversitesi’nin hocaları ve öğrencileriyle birlikte seyahat edip Montreal’den Atina’ya uçtuk.
Montreal’den Atina’ya giden McGill’li arkadaşlarımızla ilk günlerde çektirdiğimiz bir resim
Çok keyifli geçen yaz okulunda iki tatsız olay yaşadım. Bunlardan biri otelimizde gerçekleşen hırsızlıktı (bu konuyla ilgili daha sonra bir yazı daha yazacağım). Diğeriyse bir hafta sonu 12 arkadaş Santorini adasına giderken gemide başımızdan geçen çok tatsız bir olaydı.
Akşam 10 sularında yolcu gemisine bindik. Yunanlı arkadaşlarımızın tavsiyesi üzerine rahat olsun diye teknenin VIP bölümünde yerimizi ayırtmıştık. Gemi kalktığında herkes çok keyifliydi. Şakalar havada uçuşuyor, adada neler yapacağımız konuşuluyordu. Grupta 4 erkek 8 kız vardı. Benim dışımda Kanada vatandaşı olmayan yalnız Singapurlu öğrencilerdi. Gerçi Kanada bir göçmen ülkesi olduğu için Kolombiya, Lübnan, Filistin, Hint kökenli Kanadalılar vardı. Yunanlı arkadaşlarımız ise bu seyahate katılmamıştı.
Memleket neresi?
Gecenin ilerleyen saatlerinde yan masada oturan bir Yunanlı masasında tekila şişesinin yarısını bitirmiş ve sarhoş olmuş bir şekilde komik hareketler yapmaya başladı. Ben ve Hint kökenli Kanadalı oda arkadaşım Amit ona en yakın oturanlardık ve muzipliği seven Amit çocukla dalga geçmeye başladı. Bizden belki 5-10 yaş büyük olan, halen genç sayılabilecek bu Yunanlı da esprilerine, komikliklerine artan bir coşkuyla devam etti. Herkes gülüyordu. Karşılıklı şakalaşmalar bana nereli olduğumu sorana kadar sürdü. Sonrasında aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- Nerelisin?
- Türküm.
- Şaka mı yapıyorsun?
- Hayır ciddiyim.
Bir anda çok ciddileşen bir yüz ifadesiyle; “Diğer arkadaşlarında mı Türk?” diye sorunca hâlâ şaka yapma havasından çıkamayan oda arkadaşım kendisine bir gün önce vermiş olduğum Türk tarihi dersini iyi dinlemiş olacak ki hemen karşılığını verdi; “Evet hepimiz Türk’üz.” O an içimden kötü bir şeyler olacağını hissettim ve kendi kendime “bu iş iyi bir yere gitmiyor” dedim.
Ardından sürekli tekila içen Yunanlı hemen arkamızda oturan Singapurluları göstererek “bunlarda mı Türk, bunlar pek Türk’e benzemiyorlar” diye sorunca, Amit şakalaşmayı devam ettirerek ona “bunlar da Orta Asya Türk’ü” diye cevaplayınca çocuğun yüzü iyice kızardı ve öfkeyle oda arkadaşıma haykırdı:
“Sen biliyor musun, ben Kıbrıslıyım ve adamızı işgal ettiğinizde siz Türkler benim abimi öldürdünüz!” Bu ani çıkış üzerine Amit ve bizi dikkatle dinleyen diğer tüm seyahat arkadaşlarım bir anda irkildiler. Amit’in beti benzi atmıştı.
O anı görüntüleyen arkadaşım deklanşöre eli titreyerek basmış olmalı ki fotoğraf bulanık çıkmış. Fikir vermesi açısından olay anı.
Oda arkadaşımın Orta Asya Türk’ü diye tanıttığım Singapurlularla Atina’daki okulda birlikte ders çalışırken.
Ortamı yumuşatmak için hemen lafa girdim ve kendisine orada bulunan herkesin Kıbrıs harekatından sonra doğduğunu ve bu konuda sakin olması gerektiğini söyledim. Sonrasında da aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- Santorini’ye mi gidiyorsunuz?
- Evet.
- Bu kadar Türk bir adaya ancak bir şey için gider.
- (Ortamı yumuşatmak için) Biz tatil için gidiyoruz. Romantik bir ada olduğunu duyduk. Adada güneşin batışı çok güzelmiş. Doğru mu?
- Hayır; siz Türkler bir adaya ancak işgal için gidersiniz.
- Sana söylediğim gibi biz tatile gidiyoruz. Bu kadar az sayıda erkeğin olduğu ve herkesin şort, tişört giydiği bir ortamda ne işgalinden bahsediyorsun?
- Ben sizi iyi tanırım. Siz Türkler işgalcisiniz.
- Kıbrıs’taki olay 1974’te oldu. Sene olmuş 1998. Travma yaşamanı anlıyorum, ancak bizim güzel bir tatil yapmaktan başka bir niyetimiz yok, inan bana.
Tam gerilim bitti derken...
Konuşma aynı minvalde sakız gibi uzadı gitti. Sürekli söyleniyor, Yunanca bir şeyler bağırıyordu. 2 saat sonra gemi, ismini hatırlamadığım bir başka adada durdu. Bu sırada inenler ve binenler oldu. Tekilacı Yunanlı da bu sırada gemiden inince herkes rahatladı. Oda arkadaşıma “bu şakaları daha fazla devam ettirip bilmeden insanları tahrik etme” diye söylendim. Bir anlamda bu olaylardan kendimi sorumlu hissediyordum. Amit ise buna bir anlam veremediğini söyledi. Ben de ona “Kıbrıs olaylarını sana daha sonra anlatırım, ancak lütfen böyle durumlarda şaka yapıp durumu daha da güçleştirme” dedim. Tam onun bana “ne yapayım bir psikopata çattık” diye cevap verdiği sırada tekilacı Yunanlı bulunduğumuz kompartımana geri gelerek seyahat boyunca oturduğu koltuğa çöreklendi. Yalnız bu sefer bir fark vardı. Eline kocaman bir balıkçı bıçağı almıştı. Masaya oturunca bıçağı kılıfından yavaşça çıkardı. Benim cesur yürekli oda arkadaşım bir anda kendini arka tarafta kız arkadaşların oturduğu bölüme attı. Hepsi çığlık çığlığa bağrışıp bana da “Serhan çabuk oradan uzaklaş” diyorlardı.
Cesur yürek oda arkadaşım ve benim Yunanistan’da çekilmiş bir fotoğrafımız
O an bir karar vermem gerekiyordu. Ben de içimden “Sarhoş biri havlayan köpek gibidir. Kaçarsan kovalar. Sakın ani bir hareket yapma’’ diye geçirdim ve orada, hemen yanı başında kalmaya karar verdim. Bana bıçağı göstererek “şimdi söyle bakalım, Santorini’ye niye gidiyorsunuz?” dedi. Bir yandan da elindeki bıçağın ucuna parmağıyla dokunarak onu bana yaklaştırıyordu. Bir ara arkasına dönüp Yunanca bir şeyler söyledi. Bütün kompartıman tiyatro oyunu gibi bizi izliyordu. İçeride çıt çıkmıyordu.
Arkadaşlar bağırış çağırış “Serhan çabuk oradan uzaklaş” diyorlardı sürekli.
Bıçak sırtındaki kritik an!
Benim nedense böyle bir karakterim var. Herkesin panik olduğu bir ortamda bana bir sakinlik gelir. Tekilacı Yunanlıyı hiç panik olmadan çok dikkatli bir şekilde izliyordum.
Sonra ne mi oldu? Allah yardım etti.
Bıçağı bana yakınlaştırıp uzaklaştırıp hareketler yaparken bir anda dirseği masanın köşesine çarptı ve bir an için boş bulunarak bıçağı elinden düşürdü.
Tam bıçağı almak için yere eğilmişti ki ani bir refleksle bıçağın üzerine bastım. Sonra bir omuz hareketiyle bıçağı elinden aldım.
Bıçağı elinden alınca dengeler değişti. Bir anda oturduğu yerde kalakaldı ve sesini kesti.
Ben de kendisine “sen ne yaptığını zannediyorsun, bu kadar insanı korkutmaya ne hakkın var” diye bağırdım. Sonra arkadaşlara “sakinleşin, bıçak bende” dedim. Sonrasında kompartımandakilere seslendim, teknede güvenliği nerede bulabilirim diye. Biri bana güvenliğin olmadığını, ancak kaptan ile görüşebileceğimi söyleyince kaptanın yerini sordum ve kaptana gittim.
Kaptanın vukuatla imtihanı
Kaptan ile aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- Birisi VIP kompartımanında bize bıçak çekti.
- Niye bıçak çeksin ki?
- Bilemiyorum. Gayet güzel sohbet ediyorduk, Türk olduğumu söyleyince ilk indiği adadan bu balıkçı bıçağını alıp geldi. Sonra da tehdit etti.
Bu sözüm üzerine kaptan hiç ummadığım bir cevap verdi.
- Eh, normal.
- Nasıl normal?! Peki yanımda benim dışımda 9 Kanadalı’nın olduğunu ve hepsinin çok korktuğunu bunun uluslararası bir skandala dönüşebileceğini sana söylesem bu olayı yine normal karşılar mısın?
Gerçekten sinirlenmiştim ve öfkeyle ağzımdan çıkan bu cümleden sonra kaptan kendine geldi ve “şu hemen yan tarafta boş bir kamara var, istersen arkadaşlarını da buraya al, kendilerini güvende hissederler” dedi. Ben de tamam diyerek bizimkilere sormak üzere kompartımanımıza çıktım. Çıktığımda ne göreyim, tekilacı Yunanlı uyuyakalmıştı.
Arkadaşlara kaptanın söylediğini iletince, “merak etme uyudu, şimdilik tehlike geçti, yerimizde kalalım” dediler. Yarım saat sonra tekilacı Yunanlı uykusunda kusmaya başladı. Birkaç kere kusup etrafı kirletince bizim olayda müdahale etmeyen iri kıyım Yunanlılar onu bacaklarından ve kollarında tutup dışarı attılar.
Bu olaydan 1 saat sonra sabahın ilk ışıklarıyla adaya ulaştık. Sağ salim vardığımız için hepimiz sevinçliydik. Sonrasında Santori’nin keyfini çıkardık.
Santorini’de muhteşem güneş batışı
Komşu yorumları ve Türk kahvesi testi
Doğrusunu söylemek gerekirse bu olayla ilgili Yunanlıları veya Kıbrıslı Rumları suçlamadım. Sadece Yunanlı veya Kıbrıslı Rum arkadaşlarıma olayı anlattığımda onlar da tabii böyle bir şeye maruz kaldığımız için üzüldüler. Hatta bazı Yunanlılar o Kıbrıslı, Yunanlı değil diye tepki gösterdiler. Kıbrıslı Rum arkadaşlara olayı anlattığımda da böyle bir beyin yıkamanın maalesef devam ettiğini ve askerde kendilerine hâlâ “en iyi Türk ölü Türk’tür” diye eğitim verdiklerini anlattılar. Bu olayı da benim üniversite çağlarımda Türk Yunan ilişkilerinin ne durumda olduğunu anlatmak için paylaştım.
Yine o dönemde gittiğimiz mekânlarda Türk kahvesi testi yapıyordum. Yunan restoranlarında Türk kahvesi isterim dediğimde somurtkan bir yüz ifadesiyle hep aynı cevabı alıyordum: “Burada Türk kahvesi yok, sadece Yunan kahvesi var” deyip yine bildiğimiz Türk kahvesini getiriyorlardı. Esasında bu da normal bir durum çünkü Yunanistan’da da bizde olduğu gibi benzer kahve kültürü var ve aynı kahveyi onlar kendi ülkelerinde Yunan kahvesi olarak adlandırıyorlar. Aynen bizim dolmaya “dolmades” veya baklavaya Yunan baklavası demeleri gibi.
Bu örneği şu yüzden verdim. Yunanistan’a gittiğim son birkaç sene içerisinde aynı testi birkaç kez tekrarladım. Bu sefer bize yaklaşımları tamamen değişmişti. Türk kahvesi istediğimi söylediğimde “Dünyada en iyi Türk kahvesi Yunanistan’da yapılır, bilir misin?” diye şakalaşıp kahvemizi getirmeye başlamışlardı.
Bu ilişkilerin ve karşılıklı algının ciddi anlamda değiştiğini gösteriyordu. Bu algının nasıl değiştiğini analiz ettiğimde iki önemli sebep ortaya çıkıyor. Şaka gibi gelecek ama gerçek; birincisi Türk dizileri. Yunanlıları ekrana bağlayan bu diziler rating rekorları kırıp Yunanlılara resmen Türkiye sempatisi aşıladı. İkinci ve en önemli sebep de son birkaç yıldır yaşadıkları ekonomik kriz. Sürekli ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlıkla boğuşan Yunanistan’ın geçmiş yıllara göre popülerliğini yitirdiği, gelen turist sayısında da gözle görülür azalma olduğu bir dönemde Türk turistler onlara ilaç gibi gelmiş.
O yüzden son birkaç yıldır gittiğim Yunanistan’da ve Yunan adalarında bize kucaklarını açarak “Türk kardeşlerimiz” gelmiş diye karşılıyorlardı. Esasında onlar da bizim birbirine çok yakın iki halk olduğumuzu çoktan idrak etmişlerdi sanırım.
Bugün herhangi bir Yunan adasına gidin mutlaka Türklerle karşılaşırsınız. Özellikle kaçamak için Mykonos’a gidenler çok güldürür beni. Eşini aldatan Türklerden tutun da kaçamak bir şeyler karıştırmaya yeltenenler genelde Mykonos’a gider. Halbuki bilmezler ki etraf Türk doludur ve mutlaka yapılan şeyler Türkiye’de birilerinin kulağına gider. En son Mykonos’a gittiğimde sadece merakımdan karşılaştığım Türkleri saymaya başladım. 2 gün içerisinde 300’ü geçince saymayı bıraktım. Bunların en az 40’ını şahsen tanıyordum.
Mykonos’ta bir beach club’da otururken
Mykonos’ta bir plaj
Türkler yurtdışına çıktıklarında etraflarında kimsenin kendilerini anlamadıklarını düşünüyorlar. Yurtdışında normalde Türkiye’de davranmadıkları gibi davranabiliyorlar. Bununla ilgili çok anım var. Öyle manzaralarla karşılaşıyorsunuz ki mesela bir gün, İstanbul’dan tanıdığım iki genç kadın, Mykonos’ta benim yakınlarında olduğumu fark etmeyerek bir sanat galerisinde bulunan çıplak erkek resmi üzerinde Türkçe müstehcen yorumlar yapıyordu. İstanbul’da ağırbaşlı ve sanat düşkünü davranan bu kişilerin resmin fotoğrafını çekip bu şekilde davranmalarına bir anlam veremedim. Zaten genç kadınların çıplak erkek resmi düşkünü gibi davranmalarını son derece itici buluyorum, bir de üzerine böyle müstehcen yorumları duyunca doğal olarak selam vermeden sanat galerisinden çıktım.
Sonuç olarak Türkler Yunanistan’a ciddi bir ekonomik katkı sağlıyor. Bu yüzden de eskiden bize dudak büken Yunanlılar bizi “kardeşlerimiz” diye karşılıyorlar bugünlerde. Biz Akdenizliler hepimiz ‘duygusalız’ aslında.
Biz, komşumuz ve mutluluk...
Şaka bir yana, eskiden de Türkleri seven Yunanlılar veya Yunanlıları seven Türkler azımsanmayacak kadar çoktu. Maalesef karşılıklı olarak yürütülen siyasetler uzun seneler boyunca düşmanlığı körükledi. Ancak bu düşmanlık günümüzün değişen siyasal ve sosyoekonomik konjonktüründen dolayı yerini dostluğa bırakmaya başladı.
Bir de haklarını vermek lazım, siyaseten de bu dostluğun tohumlarını Dışişleri Bakanları, Türk tarafında İsmail Cem, Yunan tarafında da Yorgo Papandreu attı. İsmail Cem, Türk-Yunan dostluğuna yaptıkları katkıdan ötürü, Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile birlikte 2000 yılında, merkezi New York'ta bulunan Doğu-Batı Enstitüsü'nce "Yılın Devlet Adamı Ödülü"ne layık görüldü.
Bu vesileyle İsmail Cem’e de Allah’tan rahmet diliyorum.
Bir başka enteresan durum da doğanın, iklimin, yemeklerin harika ve güzel insanların çok olduğu Ege Bölgesinin iki kardeş halkı Türkler ve Yunanlılar mutlular mı diye sorarsanız, cevabım maalesef her iki taraftakilerin de sıkıntılı ve mutsuz olduğu şeklinde olacaktır. Bunun birçok sebebi var. Bu yazıda bu sebeplere girmeyeceğim.
Halbuki resmi olarak Türkiye’de temsil ettiğim Kosta Rika, mutluluk endeksinde bu sene de en tepede yer aldı: http://happyplanetindex.org/countries/costa-rica
4,7 milyon nüfusu bulunan Orta Amerika’nın bu güzel ülkesi nasıl oluyor da dünyanın en mutlu insanlarını barındırıyor?
Bunun cevabı basit: ‘Pura Vida’ kültürü. Kosta Rika’nın mutluluğu “birincil öncelik” yapan bu kültürü incelemenizde fayda var: http://www.serhansuzer.com/tr/pura-vida-veya-yasami-anlamla-donatmak
Esasında iş insanlarda bitiyor. Kosta Rika’da böyle mutlu insanların yaşıyor olması Kosta Rikalıların Pura Vida kültürüyle yetişiyor olmasından kaynaklanıyor. Cennet Ege’nin makûs talihi de her iki yakada yaşayan insanların karakter yapısından kaynaklanıyor. Gerek bizim memleketin gerekse komşumuz Yunanistan’ın Kosta Rikalılardan öğrenecek çok şeyi var. Karakteri oluşturan temel eğitimler üzerine odaklanmamız gerekiyor.
Bu anlamda oluşturmaya çalıştığımız iyiliği teşvik eden Good4Trust’a bakmanızı tavsiye ederim. Bunun için Good4Trust.org'da etik değerlerin temelini oluşturan "kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma, sana nasıl davranılmasını istiyorsan öyle davran" prensibinden hareketle güven ve iyilik dolu ilişkilerin var olduğu bir sosyal ve ekonomik alan oluşturmaya çalışıyoruz. Good4Trust hakkında ilerde daha detaylı bir yazı yazacağım.
Sonuç olarak komşumuz Yunanistan'ı bir kenara bırakırsak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak yeniden evrensel değerlere odaklanmamız gerekiyor: Sevgi, saygı, değer yargıları, mutluluk, dürüstlük, insan hakları, çalışkanlık, sürdürülebilirlik, liyakat, sürekli gelişim...
Pura Vida!
Ege Denizi
Keşke herkes bu gerçeği görebilse...