Kültürümüze ve insanlığa aykırı mutfak şaklabanlıkları
Uzun süredir beni rahatsız eden bir konudur bu. Yemekle şaklabanlık yapmak. Nusret’le başlayan ve bana göre çığırından çıkan bu saçmalıklar hem mutfağımızın değerini düşürüyor, hem de insanlığımızı sorgulatıyor. Dünyada açlık sınırının altında yaşayan yüz milyonlarca insana ek olarak kuraklıktan ve savaşlardan dolayı gıda güvenliği tehlikede olan milyarlarca insan varken bu ucuz şovmenlikler beni gerçekten rahatsız ediyor.
Nusret’e iki kez gitmişimdir. İlkinde, sonradan görme bir Türk iş insanının babamı daveti sonucunda Etiler’deki eski restoranına gitmiştim. Davet eden kişi Nusret’i öve öve bitirememişti. O zamanlar henüz meşhur değildi ama başarılı bir restoran işletmecisi olarak harıl harıl çalışıyordu.
İkincisinde ise Etiler’deki yeni restoranının ilk açıldığı sene Azeri bir iş insanı herhalde biraz da bana hava atmak için beni Nusret’e götürdü. Tam Azeri usulü masayı donat misali yiyebileceğimizden çok fazla et siparişi ve bu etlerin zorlama şovlarla servis edilme çabalarından sonra tatlı faslına geldik. Garsonla aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- Tatlı olarak ne var?
- Tavsiye edebileceğim harika baklavamız var. Hem de Gaziantepli İmam Çağdaş’tan.
- Güzel. Ben de Antepliyim. Baklava’dan anlarım. O zaman ben bir havuç dilimi baklava alırım. (Azeri arkadaşa dönerek) Sen de baklava ister misin?
- (Azeri aksanıyla) İsterem.
- O zaman hem bana hem de arkadaşıma birer havuç dilim baklava alalım. Baklavalar geldiğinde İmam Çağdaş’tan olup olmadığını da anlarım, ona göre (daha önce Bodrum’da bir balıkçıda bizi İmam Çağdaş baklavası diye kandırmaya çalışmışlardı. Adama ısrarla bizim Antepli olduğumuzu ve bunun İmam Çağdaş’ın baklavası olmadığını söyleyip tartıştıktan sonra bize bu kandırmacayı yapan garson uzun süre direnmiş, ama sonunda yediği haltı kabul etmişti. Adam resmen İmam Çağdaş baklava kutusunun içine başka bir yerden baklava alıp koymuştu ve pişkin pişkin bize gösteriyordu. O yüzden böyle bir söz söyledim).
- (Gülerek) Hay hay.
“Hazırlamak” adı altında baklavayı katletmek!
Garson baklavaları getirdi. Yanında dondurma topları da vardı. Görünüşte bir problem yoktu. Sonra “Hazırlayayım mı?” dedi. Ben de ister istemez “Neyi hazırlayacaksın?” diye sordum. Adam hiçbir cevap vermeden getirdiği iki tabak baklavayı yan yana koydu, ikisini de yekpare ortadan ikiye ayırdı, dolayısıyla baklavanın üst kısmı tabağa değdi. Dondurmayı içine koydu, baklavanın alt kısmını dondurmanın üzerine koydu (dolayısıyla baklava ters durmaya başladı). Sonra üzerine iki kez bastırdı ve sonra tabakları önümüze “işte hazır” diyerek koydu.
Ben ağzım açık bir şekilde adama baktım. Büyük bir iş başarmış birinin edasıyla bana gülümseyerek “afiyet olsun” deyince dayanamadım.
- Ne yaptın şimdi, sen?
- Baklavayı hazırladım.
- Baklavayı neye hazırlıyorsun, zaten hazır gelmiş? Resmen güzelim baklavanın ırzına geçtin.
- (Gülerek) Estağfurullah beyefendi. Böyle daha güzel oluyor.
- Yahu ben dondurmayla baklavayı yemek istesem baklavanın yanında paşa paşa dondurmayı yiyebilirdim. Senin böyle baklavayı ters çevirip en güzel tarafı olan üst kısmını tabağa doğru bastırman doğru değil. Bu adaba ters düşer. Bir daha sakın böyle bir şey yapmayın. Ayıptır yahu.
Bu şekilde söylendikten sonra karşımda oturan ve beni yemeğe davet eden arkadaşa ayıp olmasın diye konuyu fazla uzatmadım.
İmam Çağdaş da şikâyet alıyor
Bu olaydan aylar sonra güneş enerjisi projeleri için yolum Gaziantep’e düştü. Yoğun bir mesaiden sonra İmam Çağdaş’a gittim. İmam Çağdaş’ın sahibi Burhan Çağdaş oğluyla birlikte bizim masaya geldi. Kendisi İmam Çağdaş’ın oğlu ve ikinci jenerasyondur. Oğlunu da üçüncü jenerasyon olarak işte çalıştırmaya başlamıştı. Masamıza ilk oturduğu dakikalarda dedemin konusunu açtı:
- Rahmetli Hasan Süzer’i çok severdik. Bizim eski dükkâna sürekli gelirdi.
- Dedemi biz de çok özlüyoruz. Babanızı mı iyi tanırdı?
- Evet, ilk başta babamı iyi tanırdı daha sonra babam benimle de tanıştırdı. Her şeyden öte dostluğu güzeldi. Özel bir adamdı.
- Teşekkür ederim. Bu yeni dükkâna da geldi mi?
- Evet, birkaç kez geldi ama onun esas yeri eski restoranımızdı, kendi dükkânı da oraya yakındı.
- Bunları duyduğuma memnun oldum.
Sonra konu konuyu açarken bu sefer Nusret meselesini ben dile getirdim:
- Siz İstanbul’da Nusret’e baklava gönderiyor musunuz?
- Evet, gönderiyoruz, bol bol sipariş veriyorlar.
- Peki sizin baklavalara orada ne yaptıklarını biliyor musunuz? Ben bir kez karşılaştım.
- Evet, bize çok yerden geldi bu mesele. Orada baklava yiyen Antepliler şikayet için bizi defalarca aradılar. Biz de her seferinde Nusret’i arayıp “böyle yapmayın” diye uyardık ama dinlemiyorlar.
- Dinlemiyorlarsa o zaman baklava vermeyi kesin. Baklavayı da yemenin bir adabı var, yapımında ciddi emek var.
- Haklısınız. Bakalım, ne olacak. Biz uyarmaya devam edeceğiz muhtemelen.
İnovasyon başka, ürüne saygısızlık başka
“Yapımında ciddi emek var” sözü bence bu diyalog içindeki en can alıcı kısmıydı. Baklava yapmanın ne kadar emek istediğini bilen biri olarak bunu söyledim. O hamuru o kadar ince açmak ve tek tek açtıktan sonra o hamurları kat kat üst üste koyup pişirmek inanılmaz emek isteyen bir iştir. Baklavanın o şekilde açılması ve büyük emeklerle yapılan, kat kat olan o üst kısmının tabağın üzerinde ezilmesi Anteplilere hakaret gibi geliyor.
Şunu anlarım. Biz bu baklava ve baklava türevi tatlılara (fıstıklı, cevizli, fındıklı baklavalar, şöbiyet, kadayıf, künefe vb.) yeni bir soluk getirmek istiyoruz. İnovasyon yapalım. Hay hay.
O zaman üretim sürecindeyken baklava ve türevlerinin her türlü versiyonunun geliştirmesini yaparsınız, üretimdeyken farklı ürünleri çıkarırsınız: Çikolatalı, yerfıstığı ezmeli, dondurmalı (farklı farklı dondurma çeşitleri de olur), tahin/pekmezli vs. vs. Bu farklı türevleri de yeni ürün olarak tüketicilerin beğenisine sunarsınız.
Restoranda sanki bir halt yapıyormuş gibi içini açıp dondurma koyup sonra baklavayı tersten ezmek doğru değil. İnovasyon da yapmıyorsunuz, bir katma değeriniz yok. Üreticinin de emeğine ciddi saygısızlıktır bu yaptığınız.
Bunun popüler olduğunu gören diğer restoranlar da benzer yola gittiler. Geçenlerde Etiler’de bir başka kebapçıya gitmiştim. Oradaki garson da bana “Baklavayı hazırlayayım mı?” diye sordu. “Sakın cüret etme, baklavayı adabında yemek gerekiyor” diye çıkışınca, garson bana “Abi, sen de Antepli misin?” diye sordu. Ben de ona “Evet, baklavanın doğduğu topraklardan geliyorum, yani Gaziantepliyim. Saygısızlık yapmayın” dedim ve konuyu kapattım.
Nimetle şaka olmaz
Tabii baklava konusu sadece bir örnek. Esas konu yemekle şamata yapılması. Şovmenlik yapacağım, insanları eğlendireceğim diye kendi kültürümüzü aşağı çeken bu ucuz hareketleri kabul edemiyorum.
Nusret’in etlere şaplak vurduğu, eti keserken garip garip hareketler ve yemeklerle ilgili türlü şaklabanlıklar yaptığı videolar sosyal medyada dikkat çekiyor olabilir. Hatta bu şaklabanlıklar Nusret’i sosyal medyada Türkiye’nin en çok takip edilen kişisi haline de getirebilir. Önemli değil benim için. Sonuçta dikkat çekici farklı şeyleri görmek isteyen dünyanın her yerinden insanlar takipçiniz olabilirler. Bu içeriğinizin değer katan nitelikte olduğunu göstermez. Amaç popülerlikse, insanlar iyiyi de kötüyü de takip edebiliyorlar. Burada hayata değer katan, insanlığın gelişmesini sağlayacak içerikler üretmek önemlidir. İşte size bu bozuk popüler kültürün sonucu olarak ortaya çıkan Nusret'in Amerika'da kendi sosyal medyası için çekim yaparken çekilmiş görüntüleri (burada az daha bir aile faciası ortaya çıkacakmış):
Bir de tabii Türk kültüründe yemeğe saygı göstermek vardır. Yere düşen ekmeği bile öperek ve alnımıza koyarak yerden alır başka bir yere kaldırırız. Aynı şekilde bizim kültürümüzde nimetlerimize saygı duymak ve şükretmek vardır. Yemek yemeden önce şükür duası eden ailelerimiz hâlâ var.
Buna benzer bir örnek suya saygıdır. Her zaman söylerim: “Su hayattır.” Kanımca, zamanında ALS’ye dikkat çekmek için yapılan su kovası kampanyası da dünya çapında suya saygısızlıktı. O dönemde (sanırım 2014 senesiydi) su veya buz dolu kovaları başlarından aşağı döken yüz binlerce insanın videolarına tanık olduk. Bu dökülen suların büyük çoğunluğu beton zeminlerde ve alakasız yerlerde suyun boşa dökülmesiyle ve boşa harcanmasıyla son buluyordu. Ben de hem bu su israfına dikkat çekmek için hem de ALS kampanyalarının gerçek anlamda yerini bulması için zamanında bu videoyu çekmiştim:
Daha fazla detay okumak isterseniz bu konuyla ilgili kaleme aldığım blog yazısını da okuyabilirsiniz. https://www.serhansuzer.com/tr/als-buz-kovasi-kampanyasi
Çektiğim bu video İstanbul'daki bir tıp kongresinde en iyi kampanya seçildi (o kongreye katılan bir arkadaşımın beni bilgilendirmesiyle haberim oldu). ALS gibi ciddi bir hastalıktan muzdarip insanların yararına yapılan kampanyalar arasında benimkini en iyisi diye seçmeleri sanırım gerekli mesajı veriyor. Onur duydum.
Hayatın acı gerçeklerini unutmamak gerek
Gıda, su, temizlik, kıyafet, barınma gibi temel ihtiyaçlar üzerinden şaka yapmak marifet değildir, hatta insanlığa saygısızlıktır. İnsanlar her ne kadar buz kovası kampanyasında olduğu gibi veya Nusret’in paylaştığı videoların çok etkileşim çekmesi gibi bu tip ilginç gördükleri ve eğlenceli olduğunu düşündükleri görüntülere ilgi gösteriyorlarsa da hayatın gerçeklerini tüm insanlara hatırlatmak gerekiyor:
Birleşmiş Milletler’in 2 yıl önceki verilerine bakarsak (2020) açlık çeken kişi sayısı 690 milyon kişi olmuştur. Bununla birlikte, genel eğilimde herhangi bir değişiklik gözlenmemiştir. Açlık verileri tekrar 2000 yılına dönerek yorumlanırsa aynı sonuca ulaşmak mümkündür: Onlarca yıl yavaş yavaş azalma gösteren bu kronik açlık eğrisi 2014 yılından itibaren yavaşça tırmanışa geçmiş ve hâlâ artmaya da devam etmektedir (bakınız: https://www.unicef.org/turkiye/bas%C4%B1n-b%C3%BCltenleri/bm-raporu-uyar%C4%B1yor-d%C3%BCnyada-her-ge%C3%A7en-g%C3%BCn-a%C3%A7l%C4%B1k-%C3%A7eken-insan-say%C4%B1s%C4%B1-artarken-ve-k%C3%B6t%C3%BC)
UN FAO Orta Asya Altbölge Koordinatörü ve Türkiye Temsilcisi Viorel Gutu
Dünya Gıda Günü konsept notundan bölümler
Birleşmiş Milletler kuruluşu olan FAO’nun (Food and Agriculture Organization of the United Nations) Orta Asya Altbölge Koordinatörü ve Türkiye Temsilcisi olan Viorel Gutu’nun Dünya Gıda Günü için mayıs ayında kaleme aldığı yazıdaki konsept notundan bazı bölümleri paylaşıyorum:
- Ulusal kampanyaların ve tanıtım faaliyetlerinin zamanında planlanmasını kolaylaştırmak için Mayıs ayında başlayan Dünya Gıda Günü, aşırı yoksulluk ve her türlü yetersiz beslenme, çatışmalar, iklim değişikliği, eşitsizlikler ve COVID-19 salgınının ekonomik etkisi gibi bugün karşı karşıya olduğumuz birçok zorluk üzerinden hareketle; kimseyi geride bırakmamak için küresel dayanışma çağrısında bulunuyor. 2030 Gündemi ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları her yerde, herkes için hayata geçirilmeli. Daha iyi üretim, daha iyi beslenme, daha iyi bir çevre ve daha iyi bir yaşam için tarım-gıda sistemlerinin dönüştürülmesi, herkes için ilerleme sağlamanın anahtarı.
- Kimseyi geride bırakma. Daha iyi bir dünya inşa etme yolunda ilerleme kaydetmiş olsak da insani gelişme, yenilik veya ekonomik büyümeden faydalanamayan çok fazla insan geride bırakıldı.
- Dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insan sağlıklı beslenemedikleri için yüksek gıda güvensizliği riskiyle karşı karşıya. Ama açlığa ve yetersiz beslenmeye son vermek sadece tedarik ile ilgili değildir. Bugün dünyadaki herkesi besleyecek kadar gıda üretiliyor. Sorun, COVID-19 pandemisi, çatışma, iklim değişikliği, eşitsizlik, artan fiyatlar ve uluslararası gerilimler gibi birçok zorlukla giderek daha fazla engellenen erişim ve bulunabilirliktir. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar sınır tanımayan zorlukların domino etkisinden mustarip.
- Dünya çapında, yoksul ve gıda güvencesi olmayan insanların yüzde 75'inin yaşamları, tarıma ve doğal kaynaklara bağlı. Onlar genellikle doğal ve insan kaynaklı afetlerden en çok etkilenenler ve sıklıkla cinsiyetleri, etnik kökenleri veya statüleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanlar. Eğitime, finansa, inovasyona ve teknolojiye erişim sağlamak onlar için bir zorluk.
- Ancak hepimiz birbirimize bağlıyız. Bugün, küreselleşmiş dünyada, ekonomilerimiz, kültürlerimiz ve nüfuslarımız giderek birbirine bağımlı hale geliyor. Kim olduğumuz veya nerede yaşadığımıza bağlı olarak bazılarımız daha kırılgan, ancak gerçek şu ki hepimiz kırılganız. Birisi bile geride bırakıldığında zincir kırılır. Bu sadece o kişinin hayatını değil, bizimkini de etkiler. Örneğin, bitkisel üretim ve tarım ürünlerinin önde gelen küresel üreticilerinden ve ihracatçılarından biri olan Ukrayna'daki savaşı ele alalım. Çatışma, yerel halk için büyük zorluklara ve yerinden edilmelere neden oluyor ve küresel gıda güvenliği üzerindeki etkileri şimdiden hissediliyor. Buğday, mısır, arpa ve gübre fiyatlarındaki çarpıcı artış, zaten kırılgan olan ülkeleri krize sürüklüyor.
- Küresel krizler karşısında küresel çözümlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Uzun vadede kalkınmayı göz önünde bulunduran, kapsayıcı ekonomik büyümeyi teşvik eden, eşitsizlikleri gideren ve daha fazla dayanıklılık sağlayan, sürdürülebilir ve bütünsel çözümlere ihtiyacımız var. Yeterli, besleyici gıdayı herkesin erişebileceği ve bulunabilir hale getirmeliyiz.
Yerel ve dağıtık çözümlerin önemi
Viorel Gutu’nun gönderdiği yazıdaki bu konsept notunun içeriğine katılıyorum. Ancak bu içeriğe bazı eklemelerim de olacak:
- Küresel krizler karşısında sadece küresel çözümler yeterli değil. Yerel çözümler de sorunların önemli çoğunluğuna çare olabilir.
- Dağıtık sistemler uyarınca yerinde üretim ve yerinde tüketimi baz almak ve merkezileştirmenin yerine tam tersine dağıtık sistemler kurmak insanlığı rahatlatacak hantal sistemlere dinamizm katacaktır.
- Herkesin kendi temel ihtiyaçlarını belli bir periferide karşılayabiliyor olması açlığın önüne geçecek, gıda güvencesini sağlayacaktır.
- Bu anlamda Good4Trust’ı takip etmenizi, bir parçası olmanızı ve hatta desteklemenizi öneririm: www.good4trust.org
Sonuç olarak:
1) Gıda, su, hijyen, kıyafet ve barınma gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayabildiğimizde şükretmemiz önemli. Unutmayalım, bugün yaşadığımız enflasyon, iklim krizi ve savaşlarla temel ihtiyaçlarımızı karşılayamama krizi daha da derinleşecek. Bu şaka değil. Gerçek. Bugün yaşadığımız hiperenflasyon ortamından hâlâ bir şey öğrenilemiyorsa, 10 sene içinde musluklarımızdan su akmamaya başladığında ne dediğim çok daha iyi anlaşılacaktır.
2) Temel ihtiyaçları reklam malzemesi haline getirmekten imtina etmemiz gerekiyor. Temel ihtiyaç ürünleriyle şaklabanlık yapanları da uyarmak, bu işin şakasının olmadığını hatırlatmak gerekiyor.
3) Herkesin temel ihtiyaçlarını gidermek için kendi yakın çevresinde dağıtık sistem kurması önemli. İşe yakınınızdaki bir bahçede domates, patlıcan, karpuz vs. gibi ürünleri yetiştirmeye çalışmakla başlayabilirsiniz. Ya da kendi elektriğinizi üretebileceğiniz çatıya bir GES sistemi kurabilirsiniz (kendi imkânınız dâhilinde).
4) Dünyadaki açlık sorununun çözümü için kendi yakın çevrenize destek olmak önemli. Oturduğunuz yerdeki komşularınıza, mahallenizdekilere veya ilçenizdekilere yardım ederek başlayabilirsiniz.
5) Atıkları nasıl değerlendirdiğimiz de çok önemli. Restoranlardaki gıda atıklarının hayvanlara verilmesi, suyun sürekli geri dönüştürülerek kullanılması gibi hayatın içinde belli kurallara sadık kalarak yaşamamız gerekiyor.
Yukarıda söylediklerime lütfen kulak verin. Bunu üzülerek söyleyeceğim ama sorunları giderek artan bir dünyaya hazırlıklı olmamız, proaktif bir şekilde bu sorunları nasıl çözeceğimizin üzerine kafa yormamız ve icraata geçmemiz gerekiyor. Sağlıcakla kalın.
Bonus: Nusret'in Amerika'daki imajı o kadar kötü ki, ana akım medya tarafından referans komedi programı olarak bilinen Saturday Night Live'da (SNL) bile Nusret'i ciddi kötü bir şekilde ti'ye alan aşağıdaki skeci yayınladılar. Kimse bana "reklamın iyisi kötüsü olmaz" veya "adam çok iş yapıyor, gerisi hikaye" saçmalıklarını anlatmasın. Bana göre Nusret uluslararası çalışabilecek geleceği parlak aşçı adayı Türk gençleri için gelişmiş ülkelerde kötü bir ön yargı oluşturdu.
Etiket: sağlık
Keşke herkes bu gerçeği görebilse...