Memleketin DNA’sına askerlikten bir bakış (2)

Yaşadıklarımı hatırlatan bazı güncel haberler nedeniyle kaleme almaya başladığım askerlik anılarımın ilk yazısında acemilik dönemimi ele almıştım. Bu hafta memleketin DNA’sına bakışa, acemilikten ustalığa geçiş dönemim ve koğuş öyküleriyle devam ediyorum. Bir sonraki yazımda da tugay karargâhındaki anılarımı, terhis dönemimi ve askerlikle ilgili bazı tavsiyelerimi kaleme alacağım.

Acemilikten sonra herkesin gideceği yer belli olmuştu. Bizim kısa dönem askerlerden kimi eğitim çavuşu, kimi yazıcı, kimi subay gazinosunda görevli olarak tugayın farklı yerlerinde, bazılarımız ise Denizli’ye bağlı Söke birliğinde görev alarak askerliğine devam etti. Ben de tugayın ana yönetim birimi olan Tugay karargâhına seçildim. İlk olarak Tugay karargâhının IT (Bilişim Teknolojileri) bölümüne atandım. Altyapımda bilgisayar mühendisliği gibi bir uzmanlık olmamasına karşın benim bilgisayardan anladığım varsayılarak tüm tugayın bilgi işleme bölümüne atandım. En yakın arkadaşlarımdan biri istihbarata atanırken, bir diğeri de kaldığımız koğuşun yazıcısı oldu. Esasında bizim kısa dönemler tugayın her yerine dağıldığı için her yerde bir tanıdığım vardı. IT bölümündeki mesai arkadaşlarımla da hemen kaynaştık. İyi bir ortama düşmüştüm. Ancak benim açımdan kısa sürdü.

IT bölümünde 3 hafta geçirdikten sonra tugay komutanının yanına, komuta katına atandım. Tugayımızda tek bir general vardı, o da tugay komutanıydı. Tuğgeneralimizin yanında bir de kurmay albayımız vardı. Her ikisine de bir emir astsubayı asiste ediyordu. Ben de onun emir eri olarak atandım. Özel sektördeki diliyle tugaydaki en üst rütbeli iki kişinin asistanının asistanıydım. Bir de bana ek iş olarak İngilizce öğretmenliği verdiler. Her ikisi de benim rahatlıkla altından kalkabileceğim işlerdi.
 

Askerliğe anne eli değerse...

Ben IT bölümünde çalışırken evci iznimi aldım. İzin prosedürünü başlatmak gelir gelmez ilk yaptığım işti. Bunu acemiliğimi geçirirken öğrenmiş ve tasarlamıştım. Acemilikten sonra yaptığım 20 günlük tatilde kafaya koymuştum. Tatilden döner dönmez ilk iş prosedürleri başlattım. Askerler hep çarşı iznine çıkıyorlar, bense en azından hafta sonu koğuş dışında evde kalmak istiyordum. Bu kolay bir prosedür değildi. Öncelikle birinci dereceden akrabanız, anneniz veya babanızın Tugay’ın bağlı bulunduğu ilden ev kiralaması gerekiyordu. İkametlerini yine o ile almaları gerekiyordu. Bunun gibi gerçekleştirilmesi gereken birçok iş vardı. Hiçbir asker de bunu göze alamıyordu. Tüm koşulları yerine getirseler de bu iznin çıkmayacağını da düşünüyorlardı. Ben o ön yargıyı yıktım. Annem sağolsun, bütün işlemleri hiç yakınmadan tek tek gerçekleştirdi. Evini Denizli’ye taşıdı resmen. Bu sayede 3 haftada evci iznini alabildim. Benden sonra 3-4 asker daha evci izni aldı.

Annemden bir başka ricam da nevresim takımlarıyla ilgiliydi. Kaldığımız koğuşta çarşafların hepsi kahverengiye dönüşmüştü. Hani yakın bir tonun zamanla koyulaştığı sanılmasın. Muhtemelen kirden veya yıpranmaktan kırık beyaz olan renk zamanla kahverengiye dönmüştü. Yatağım konusunda çok titizimdir, dolayısıyla bu çarşaf meselesi beni çok rahatsız ediyordu. Annemden rica ettim; bembeyaz nevresim takımını İstanbul’dan getirdi. Benim beyaz nevresim takımlarım tüm koğuşun ortasında kabak gibi parlıyordu. Ancak ortada bir sorun daha vardı. Koğuşta herkes birbirinin yorganını ve çarşafını çalıyordu. Hatta öyle ki uyurken bile üzerinizden alıyorlardı. Önlem olarak koğuşun çavuşuna ricada bulundum ve her sabah yatağı belli bir düzende toplamam gerekirken, bembeyaz nevresim takımını dolabıma koyup kilitlemeye başladım. Sağolsunlar beni idare ettiler, hiçbir sıkıntı yaşamadım.


Koğuş faresine linç girişimi

Hırsızlık konusu sadece yastık-yorganda yaşanmıyordu. Koğuşta geçirdiğimiz 7 ay içinde ara sıra ufak tefek başka hırsızlıklar da oluyordu. Askerliğimin ortalarında, sanırım Mart ayı gibi hırsızlık olayları arttı. Herkesin her gün bir şeyleri çalınıyordu. Bu konuda yakınmalar yüksek sesle dile getiriliyordu. O yüzden ben de çok dikkatli davranıyordum. Dolabımın kilidini hiçbir zaman açık bırakmadım. 10 saniyeliğine içeriye bir şey almaya gittiğimde dahi dolabı kilitliyordum. Mart ayının sonlarında bir akşam koğuşta bir bağırtı koptu: “Alçağı yakaladım, gel buraya. Seni pislik!” Bu haykırışın ardından bir anda bütün koğuş ayaklandı. Ben de seslerin geldiği yöne gidince konuyu anladım. İki-üç asker herkesin eşyalarını çalan hırsızı yakaladığını iddia ediyorlardı. Yakaladıkları kişiye zorla dolabını açtırdılar ve voila! Birçok kişinin eşyası dolabından çıktı. Bir anda 20 kişi birden hırsıza giriştiler. Linç edeceklerdi. Önce olayları kenardan izlerken bu linç girişimini görünce engellemek için müdahale ettim. Benimle birlikte 10 kişi daha ayırmak için araya girdi. Çok kalabalıktı, ortalık toz dumana döndü ve soyunma kabinlerinden yatakhaneye sarktı bu arbede. Sonunda linci durdurmayı başardık. Ağzı burnu dağılmış bir şekilde çocuğu yerden kaldırdık, o kalabalığın arasından çıkardık ve ilgili amire teslim ettik. Kısa bir sorgulamadan sonra hırsızı direk diskoya gönderdiler. Disko, askeriyede bulunan nezarathane için kullanılan bir terim. Biz de arkada eşyaları çalınmış ve sinirini hala çıkaramamış bağırıp duranları sakinleştiriyorduk.

Kalabalıktan bahsetmişken 300 kişilik koğuşta 350 kişi kalıyorduk. Bunun nasıl olduğunu anlatayım. Hepimiz ranzada yatıyorduk. Ranzaları birleştirmişlerdi, bazı ranzalarda ortaya da bir asker alıyorlardı. Böylece iki tek kişilik yatağı birleştirip ortaya üçüncü bir asker alarak kapasiteyi artırıyorlardı. Yani bazı birleşik ranzalarda 6 kişi kalıyordu. Ben ranzada yukarıda kalmayı seçtim. Çünkü aşağılar çok çabuk kirleniyordu. Gelen geçen askerler hep rastgele aşağıda bulunan yataklara yatıyorlardı. Yukarıda bulunan yataklara çıkmak çaba gerektirdiği için postallarla kimse çıkıp üstlere yatmaya yeltenmiyordu. Bunu gördükten sonra hijyen açısından yukarıdaki yatağı seçtim. Yanıma da acemilikten tanıdığım Samsunlu Serkan’ı aldım. Çok sempatik olan bu arkadaşıma tembihledim: “Ortaya kimseyi almıyoruz, yeltenen olursa kesinlikle izin verme.”


350 kafa, 700 ayak demek!

Serkan da ben de buna sadık kaldık. Kimseyi ortaya almadık. Zaten ilk başlarda soruyorlardı, bir süre sonra koğuşta düzen oturdukça ve bizi tanıdıkça kimse yeltenmez oldu.

Gece çalmasınlar diye yorganı iki bacağımızın arasına kıstırıp uyuyorduk. Serkan’la hırsızlık riski konusunda da bir anlaşmamız vardı. İkimizden biri eşyalarımızın çalındığına tanık olursak hemen gereken tepkiyi gösterecektik. 350 kişilik bu kadar kalabalık bir koğuşta mecburen birbirinize destek olup istediğiniz ortamı yaratmak zorundaydınız. Allah’tan bizim kısa dönem askerlerin sayısı koğuşta oldukça fazlaydı ve herkes birbirini bir şekilde kolluyordu.

Bir de tabii belirtmem gerekiyor. 350 kişi demek, 700 ayak anlamına geliyor. Yatakhanenin hemen dışında bulunan soyunma odasında o postalların kokusunu size kelimelerle anlatamam. Bu satırları yazarken dahi şimdi aklıma gelince midem bulanıyor. Ama bir süre sonra o kokuya da alışıyorsunuz. Mecbursunuz, başka çareniz yok.  

Koku demişken; her gün duş alan, hatta bazı günler iki kere duşa giren biri olarak bulunduğum ortama uyum sağlamak zorundaydım. Askerde de her gün duş almaya çalışıyordum. Bazı günler bu mümkün olmuyordu. Bir defasında tam 5 gün duş alamayarak ‘rekor’ kırmıştım. Sular bazen uzun süreliğine kesiliyordu. Evci iznine çıkamadığım bir dönemde sular tam bir hafta kesik kaldı. Delireceğim. Duş alamıyorum. Sonuçta temizlik de temel bir ihtiyaç benim için. Beşinci günün sonunda ben ve dört arkadaşım kafayı çizdik ve dışarıda kar yağarken hortumla yıkanmaya karar verdik. Hava ciddi soğuktu, hepimiz titriyorduk ama çok mutluyduk. Sonunda temizlendik. Pirüpak koğuşa döndük. Tabii hemen ciddi kurulanmanın ardından yorganlara sarılmıştık.


Aşka karşı en zayıf dönem

Koğuşta bulunan asker arkadaşlarımız bir âlemdi. Herkes hürriyetleri kısıtlanmış bir şekilde ahizeli telefondan aileleriyle, kız arkadaşlarıyla, nişanlıları veya eşleriyle konuşuyordu. Buradan bütün kadınlara bir tüyo vereyim. Bir erkeğin en aciz olduğu dönem askerde olduğu dönemdir. Eğer bir erkeği kendinize âşık etmek istiyorsanız, bunu en kolay askerdeyken yaparsınız. Bunun birçok örneğine rastladım. Hatta askerdeki en yakın arkadaşlarımdan biri kız arkadaşıyla her gün ahizeli telefondan en az bir saat konuşuyordu. Askerliğin son iki ayında “Çok aşığım abi, bu kızla evleneceğim” demeye başladı. Ben de arkadaşıma “Şu anda mantıklı düşünmüyorsun, kendin için doğru olan şey terhisten sonra hemen evlenmemek. En az altı ay daha arkadaşlık yap ve ondan sonra karar ver. Şu an kafan yerinde değil. Yanlış karar verirsen sana da kıza da yazık” diyordum. Arkadaşım bana “Haklısın” diyordu. Ancak bir yandan kızla evlenme konusundaki takıntısı artmaya devam ediyordu. Askerliği bittikten sonra iki ay içinde kızla evlendi. Evlendikten üç ay sonra bana “Ben ne yaptım?” demeye başlamıştı. Kıza gerçekten bir aşk duymadığını, ona arkadaş olarak değer verdiğini söylüyordu. ‘Kıza benden sonra ne olur’ endişesiyle 3 sene daha evli kaldı. Sonuçta arkadaşımın da eski eşinin de zamanına yazık oldu.

Bunun benzeri birçok farklı ilişkiye tanık oldum. Dedim ya, askerdeyken erkekler ekstra hassas oluyorlar. Kendisi askerdeyken eski kız arkadaşı başka bir çocukla çıkıyor diye intihara kalkışana dahi rastladım.

Bu konuya değinince askerlik dönemimde benim özel hayatımda neler olup bittiğini merak etmiş olabilirsiniz, ama daha önce de belirttiğim gibi blog yazılarımda özel hayatıma veya hassas siyasi konulara girmeyi tercih etmiyorum. Daha ziyade yaşadığım ilginç olayları kaleme almayı yeğliyorum.

Örneğin askerde bir gün tugay karargâhında işim erken bitmişti. Boş vaktim vardı. Ben de kendi kendime spor yapmaya başladım. Şınav çekerken kafamı bir ara kaldırdım ve başımda iki askerin bana bakarak konuştuğunu gördüm. Hayrola diye sorduğumda, bana kendi kendine antrenman yapana ilk defa rastladıklarını söylediler. Ben de kilo aldığımı ve kendimi en azından biraz formda tutmak için spor yaptığımı söyledim.


“Senin yapacağın askerliğin...”

Hakikaten askerde kilo alan ender askerlerdendim. Benim bütün arkadaşlarım ortalama 10 kilo kaybetmişken (ki bazıları ciddi forma girdiler) bense 7-8 kilo aldım. Bunun sebebi de subay gazinosunun arka kapısından girip parasını ödeyerek şiş kebap, tavuk şiş gibi en iyi yemekleri yememizdi. Tabii bazen yemekhanede de yemek yiyorduk ama subay gazinosunun ucuz fiyatlı harika yemekleri çok çekici geliyordu. Oradan yemek yiyebilmemizin iki sebebi vardı. Birincisi tugay karargâhında çalıştığımız için göz yumuyorlardı çünkü tugayın en üst düzey işlerinin olduğu yerde zaman mevhumu olmadan çalışıyorduk. Bir de subay gazinosunun çavuşu bizim kısa dönem devre arkadaşımızdı. Sağolsun, bize hep yardımcı oluyordu. Sürekli bilgisayar başında olduğunuzu, fazla spor yapamadığınızı ve lezzetli yemekler yediğinizi düşünün, tabii ki kilo alıyordum.

Benimle askerlik yapan bazı arkadaşlarım hala bunun dalgasını geçer. “Senin yapacağın askerliğin...” diye başlarlar ve hep benim kilo almama sararlar. Bu arada o 10-15 kilo verip forma giren arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu sanki Afrika’da büyük bir kıtlıktan çıkmış gibi yemek yemeye nasıl asıldılarsa; askerlikten sonra 3-4 ayda eski kilolarına kavuştular.
 

Kötü şoförlükten çaylak berberliğe

Orada yaşanan mantıksızlıklar silsilesiyle ilgili söylenecek çok şey var. Örneğin İK alanında kariyer yapanlar işin ehlini bulmak için mülakatlar yaparlar, bazı testlerden geçirirler değil mi? Askerde ise bu rastgele olur. Mesela şöyle bir olaya tanık oldum. Bir subayın şoförlüğünü yapan asker, komutanını kızdırıyor ve sonunda “Sen bu şoförlüğü beceremiyorsun, git biraz berberlik yap” diye berbere yollanmıştı. Yeni ‘kariyerinde’ ona ilk saçını kestiren de benim bir arkadaşım oldu. Çocuk berberden sonra yanımıza geldiğinde saçı başı o kadar komikti ki, hepimiz gülmekten yerlere yattık. Çaylak berberin elinde bizim arkadaş resmen deneme tahtasına dönmüş, kimi yerde uzun kimi yerde çok kısa kalan saçları kesilmemiş, adeta yolunmuştu. J Komutanı güya şoförlüğünü yapan askeri cezalandırmak isterken aslında ona tıraş olan askeri cezalandırmıştı.

 

Uzun dönemlerin lensle sınavı…

Bu mantıksızlıklar silsilesi bazı iyi eğitimli subayların keyfi hareketlerinden kaynaklanmıyordu sadece. Esas sorun askerde bulunan uzun dönem askerlerin büyük bir çoğunluğunun ciddi eğitim eksikleriydi. Okuma yazmayı bilmeyen, Türkçe konuşamayan, görgü kurallarının hiçbirini bilmeyen erkekler topluluğu düşünün. Çıkan hikâyelerin malzemesi genelde bu arkadaşların davranışlarından kaynaklanıyordu. Size bir başka örnek daha vereyim. Bir akşam yine işimi bitirdikten sonra koğuşa döndüm. Banyoda dişimi fırçaladıktan sonra lensimi çıkardım. İşaret parmağımın ucunda bulunan lensi tam lens kutusuna yerleştirirken bir an aynadan göz ucuyla arkamda dört askerin beni dikkatle izlemekte olduğunu fark ettim. Dönüp “Hayrola” dedim. Doğulu bu dört kardeşimizden biri bana “Lov babo, o parmaginin uçundeki sogan zari gibin şey nedir?” diye sordu. Ben de gülümseyerek “Bu lenstir. Yani gözlük yerine bunu gözüme takınca uzağı görüyorum” dedim. Hemen diğer bir asker “Ben de takabilir miyim?” diye atıldı. Yine gülmeye başladım ve “Hayır bunu sadece bir kişi takabilir. Bunu gözüne koyduğun için temizlik çok önemli, o yüzden bunu veremem. Ama sana nasıl kullanıldığını göstereyim” dedim ve çıkarttığım lensi yine taktıktan sonra da “Bak, şuradaki tabelanın bütün detaylarını görüyorum şimdi” diye başladım ve lensin nasıl kullanıldığını, ne işe yaradığını bir güzel anlattım. Gösterim hoşlarına gitmişti. Hatta biri daha “Acaban ben de bundan bulabilir miyim?” diye sordu. Göz doktoruna gitmesini tavsiye ettim. Sağlıkla ilgili yaşadığım tek anı bu değildi.
 

Koğuş nöbeti değil, sıtma nöbeti!

Askerde hiç aklınıza gelmeyecek olaylarla da karşılaşıyorsunuz. Örneğin bir defasında, bütün gece bilgisayar başında çalıştıktan sonra sabaha karşı koğuşa dönmüş, banyoda dişimi fırçalıyordum ki aniden bir asker içeri daldı ve bana “Abi yardım et!” dedi. Hemen ilgilenip ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ağzı titriyor, dişleri birbirine çarpıyordu. Hemen koşup içeriden getirdiğim yorganı sırtına sararken “Neyin var? Üşüyor musun?” diye sordum çocuğa. “Hayır abi, nöbetim geldi” dedi. “Ne nöbeti?” diye sordum. Takırdayan çenesinin arasından zorlukla “Bende Sıtma var. Sıtma nöbetim tuttu yine” dedi. “Sıtma mı? Türkiye’de Sıtma kaldı mı, yahu?” diye şaşkınlığımı dile getirdim. “Evet var abi” dedi çocuk, “Ben Boluluyum senelerdir bu illeti çekiyorum.” Titremesi giderek ağırlaşıyordu. “Dur hemen doktoru çağırıyorum” deyip yerimden fırladım.

Önce nöbetçi amiri ayaklandırdım. Sonra hastaneden nöbetçi doktoru bizim koğuşa getirdik. Çocuğu hemen hastaneye kaldırdılar. Ertesi sabah bana krizinin durdurulduğunu ve çocuğun kendine geldiğini söylediler. Kendi kendime “Bir yaşıma daha girdim. Bakalım daha neler göreceğiz” diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum.

Sonuçta gerçekten de her şeyin başı sağlık. Siz siz olun, sağlığınızın değerini her zaman bilin.

Sağlıcakla kalın.

 

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için