Yerkürede gerçeküstü bir ülke: İzlanda (1)

Geçen yazımda doğum günüm için İzlanda’yı seçtiğimi, burada araba kullanırken doğal bir meditasyonla farklı düşüncelere daldığımı ve özellikle girmek üzere olduğum hayatımın 4. evresinde beni nelerin beklediğini sizlerle paylaşmıştım. Bu yazımda ise beni kafaca rahatlatan bu harika tatilin detaylarını ve bu güzel ülke hakkındaki gözlemlerimi aktaracağım.

İzlanda’ya gitmeden bir gün önce ikizim Baran’la sohbet ederken bana iki çok enteresan bilgi verdi. Baran şunları söyledi:

“İzlandalı manken bir kızla tanışmıştım, bana İzlanda’yla ilgili şunları anlattı: Ülkelerinin İngilizce ismi Iceland yani Buz Ülkesi. Kuzey komşusunun ismi ise Greenland yani Yeşil Ülke. Kutuplarda bulunan ve çoğunlukla buzla kaplı ülkenin isminin Yeşil Ülke, daha güneyde ve ılıman iklime sahip olan ülkenin isminin Iceland olmasının sebebi, Norveçlilerin geçmişte bu bölgeyi keşfettiklerinde yaşama daha elverişli olan Ada’ya fazla kimse gelmesin diye bilinçli olarak buraya Buz Ülkesi ismini takmış olmaları. Seyahat etmek isteyenleri yönlendirmek için de çok daha soğuk ve buzlarla kaplı olan ülkeye Yeşil Ülke (Greenland) adını takmışlar. Yani bir anlamda psikolojik manipülasyon var ortada. Tabii o çağlardan itibaren ülkelerin ismi ilk koydukları gibi kalmış.”

Yani Iceland (İzlanda) söylenildiği gibi Buzlar Ülkesi değil. Tabii ki soğuk. Hava ben oradayken -1 ile 5 derece arasında gidip geliyordu. Ancak benim Kanada’dan alışık olduğum -20 gibi dereceler orada kesinlikle yoktu.

“Türk öldürmek serbest”

Aldığım bir diğer ilginç bilgi de İzlandalıların Türkler için koydukları “Türk öldürmek serbest” yasası. 1970’li yıllara kadar bu yasa tedavülde kalmış, daha sonra bunu fark eden İzlandalılar yüzyıllar öncesinden kalan bu saçma yasayı kaldırmışlar. Baran’ın bu söylediğine internetten baktım, hakikaten böyle bir yasa varmış.

http://www.hurriyet.com.tr/izlandada-turk-oldurmek-serbestti-27174137 linkinde yazan habere göre; 1627’de Murat Reis önderliğindeki Osmanlı donanması, yaklaşık 26 günde 400 civarında İzlandalıyı esir aldı. Grindavik, Austfiroir ve Vestmannaeyjar şehirlerinde gerçekleşen adam kaçırmalar nedeniyle 1627 yılında İzlanda’ya ayak basan Türk vatandaşlarının öldürülmesi serbest bırakıldı.

Ancak bu yasa nedeniyle hiçbir Türk vatandaşı öldürülmemiş. Hatta bu yasa daha sonraki yıllarda unutulmuş. Türklerin öldürülmesine serbestlik tanıyan bu yasa 1970’lerde kaldırılmış. Daha detaylı bilgi için http://uskudar.biz/tarih/türk-denizciliği/kuzey-denizinde-türk-korsanları linkine bakabilirsiniz. Özgün kaynak olarak da http://www.ismennt.is/vefir/eyglob/sagave/tyrkir.html linki mevcut.

Ve yola koyuluyorum

Bu ilginç bilgiler sonrasında ülkeyi daha da merak ettim. Sonunda 23 Kasım Cuma sabahı Kopenhag’a uçtum. Tabii rahat bir kafa ile uçamadığımı söyleyebilirim. Çünkü uçak kalkana kadar her türlü telefona cevap vermek durumundaydım. Canım sıkkın bir şekilde son telefonu kapattıktan sonra bir gece önce uçakta 2 saat uyumuş olmama rağmen kafamdaki düşüncelerden dolayı uyuyamadım. Kopenhag’da aktarma olmasından dolayı mutluydum. Çünkü ne yalan söyleyeyim; Londra’da bulunan Heathrow veya Amsterdam’daki Schiphol gibi büyük ve kaotik havalimanları hoşuma gitmiyor. Bu tür aktarmaları oralardan yapmak gerçek bir eziyete dönüşüyor.

Kopenhag’a indim. Uçağın hemen çıkışında yolcuları bekleyen Danimarka polisleri ayakta pasaport kontrolü yapıyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse Avrupalıların bu uygulamaları benim canımı sıkıyor. Kendinizi 3. Dünya ülkesinden gelmiş gibi hissettiriyorlar. Uçağın hemen çıkışında Danimarkalı kadın polise pasaportumu verdim ve buradan aktarmalı olarak İzlanda’nın başkenti Reykjavik’e uçacağımı söyledim. Bana İzlanda vizemin olup olmadığını sordu. Oraya girişte İzlanda vizesi değil, Schengen vizesinin yeterli olduğunu söyledim. O da önce bunun doğru olmadığını söyledi ama bir yandan da tereddüt edip yandaki amire Danca bir şeyler sordu. Sorduğu sorunun cevabını aldıktan sonra bana dönüp “kusura bakmayın Faroe Adaları’yla karıştırdım. Evet, İzlanda’ya Schengen vizesiyle girebiliyorsunuz” dedi, vizeme baktıktan sonra pasaportumu teslim edip iyi yolculuklar diledi.

Kopenhag’da en son Galatasaray’ın 2000 yılında kazandığı UEFA kupası için bulunmuştum. O yüzden bu şehre karşı özel bir sempatim var. Büyük ve kalabalık olmaması nedeniyle havalimanında rahat dolaştım. Tüm yolcuların oturacağı koltuklar özel minderli tasarlanmışlar. Yerler parke. Bu konforlu ortamda dizüstü bilgisayarımı keyifle açtım, bana gelen mesaj ve telefonlara cevap verdim. Sonra İzlanda uçağının kapısına gittim. İşimi basitleştirmek için uçağın içine alabileceğim büyüklükte valiz ve sırt çantasıyla seyahat ediyordum. Reykjavik şehrine gidecek uçağa bindim.

Başkent Reykjavik’ varış

Yine 2 saatlik rahat bir uçuştan sonra sonunda başkente iniş yaptım. Kapıdan çıktıktan sonra ilk işim araç kiralama şirketine gitmek oldu. Aracı kiraladıktan sonra aracın olduğu yere yöneldim. Hayatımda bana ait ilk araba, üniversite yıllarında Kanada’da satın aldığım Nissan Pathfinder’dı. İzlanda gibi Kanada iklimine yakın bir yerde, o kadar araç arasında yine Nissan’ın cipi Qashqai’nin bana düşmesi hoşuma gitti.



Son kontrollerden sonra seyahate hazırdım. Keflavik Havalimanı’ndan başkent Reykjavik’e giderken her zaman yaptığım gibi İzlanda radyosunu açtım ve merakımdan İzlanda şarkıları dinlemeye başladım. İlginç geldi, hoşuma gitti.

Yaklaşık 1 saatlik yolculuk sonunda başkent Reykjavik’e vardım. Genelde otel ve restoran seçimlerinde iyiyimdir. Seçtiğim otel beklentilerimin üzerinde çıktı. Hilton tarafından işletilen Canopy Oteli herkese tavsiye ederim. Tasarımı, hizmet kalitesi, konumu ve konaklayanların rahat etmesi açısından benden tam puan aldı. Fiyatı biraz tuzlu ama karşılığını alıyorsunuz.

Harpa ve “Altın Daire”

Eşyaları otele bırakır bırakmaz dışarı çıktım ve başkentin en çarpıcı binalarından biri olan sosyal ve kültürel merkez Harpa’ya yürüyerek gittim.  Danimarka kökenli mimari şirket olan Henning Larsen Architects ve İzlandalı sanatçı Olafur Eliasson tarafından tasarlanmış, Avrupa Birliğinin Mies van der Rohe tasarım ödülünü kazanmıştır. Renkli camlardan ve aydınlatmadan oluşan dış cephesi İzlanda’nın yeryüzü şeklinden faz alınarak yapılmıştır.   Black Mirror ve Sense8 adlı Netflix dizilerine set olmuştur. Harpa’nın görsellerini aşağıda görebilirsiniz:

 

 

Harpa’dan çıktıktan sonra kısa bir şehir turundan sonra Grill Markadurinn’de yemek yedim. Bu restoran da ızgaralar gayet iyiydi. http://m.grillmarkadurinn.is/en/ link’inden rezervasyon yapabilirsiniz. Turlama esnasında şehir merkezinde çekilen iki kareyi sizlerle paylaşmak isterim:

 

 



Sonrasında otele dönüp dinlenmeye çekildim. Ertesi sabah İstanbul’dan gelen telefonlarla uyandım. Telefonları cevaplama ve kahvaltı faslından sonra toparlanıp yola çıktım.

Orada buluştuğum bir arkadaşımla birlikte planladığımız şekilde Reykjavik’in klasikleşmiş “Altın Daire” (golden circle) seyahatine başladık. Bu tur İzlanda’nın en popüler 3 turist atraksiyonunu içeriyor: Gullfoss Şelalesi, Geysir Jeotermal Bölgesi, ve Þingvellir (Thingvellir) Ulusal Parkı. Rota yaklaşık 250 km’lik bir alana tekabül ediyor ve bir daire şeklinde başkent Reykjavik’ten İzlanda’nın ortasına gidilip geri dönülüyor.

Biz de yarım daire yaparak güneydeki Vik şehrinde kalmayı planladık.

Bu ziyarette özellikle Geysir Jeotermal Bölgesi bir harikaydı. Zaten yolda İzlanda’yla ilgili hep anlatılan jeotermal kaynaklarını gözlemledim. Bu güzergâhta sağlı sollu her tarafta yerin altından dumanlar çıkıyordu.

Jeotermalle aydınlık tarafa geçiş

Yenilenebilir enerji alanında çalıştığım için bu konu benim özel ilgi alanıma giriyor. Jeotermal, yenilenebilir enerji tiplerinde doğru damarı bulduğunuz takdirde en iyi verim sağlayabileceğiniz, dolayısıyla en iyi gelir getiren alandır. Yerin altı fırın gibi olduğu için doğru kaynaktan her zaman ve sürekli enerji üretebilirsiniz. Bir başka deyişle jeotermal, baz yükü sağlayabileceğiniz bir yenilenebilir enerji türüdür. Tabii az önce bahsettiğim gibi doğru damarı bulmak önemlidir. Yerin altından ısı kaynağını kuyu açarak yakalarsınız. Her bir kuyuyu açmak ciddi maliyetlidir. Kuyuyu doğru yerde açmak en kritik konudur. Bu konuda uzman kişilerin bile yanılma payı azımsanmayacak kadar çoktur. Kuyu açtınız, kaynak verimsiz çıktı, milyon dolarları çöpe atmış oluyorsunuz. Kuyu açtınız, doğru damarı yakaladınız, bingo! Ciddi gelir elde edersiniz. Kulağa tanıdık geliyor, değil mi? Evet, petrol işi de jeotermalle benzer bir disiplinle çalışır. Petrol de yine yerin altıyla ilgilidir ve herkes doğru damarı yakalamaya çabalar. O yüzden jeotermal işindekilerin pek çoğu bu alana petrolden sonra yatay geçiş yapmış kişilerdir. Petrol günümüz dünyasında yakılıp doğa kirletildiği için, ben petrol işinden jeotermal sektörüne geçiş yapanları “karanlık taraftan aydınlık tarafa geçenler” diye tanımlıyorum. Bu alanda en başarılı uzmanlar da genelde İzlanda kökenli oluyorlar. Bence bu hiç şaşırtıcı değil; ülke tamamen aktif yanardağ ve jeotermal kaynaklarından oluştuğu için İzlandalıların bu konularda uzmanlaşmış olması çok doğal. Bir de genel kanım İzlandalıların akıllı, disiplinli, sakin ve sıcakkanlı olmaları. Bu özellikleri kariyerlerinde sevilen kişiler olarak başarılı işlere imza atmalarını sağlıyor.

Bloğumda teknik konularda yazdığım yazılar en düşük reytingi aldığı için, artık bu tip seyahat veya kendimle alakalı yazıların arasına teknik konuları sıkıştırıyorum ki insanlar okusun, bilgilensin. Yeni taktiğim bu. smiley

Geysir izlenimleri

Altın dairenin en önemli destinasyonlarından biri olan Geysir’in büyülü ortamına kendimi kaptırdım adeta.

 

 

 

Orada resim çeke çeke ilerlerken daha yukarılarda inanılmaz kaynaktan püsküren su beni hemen kendine çekti. Birkaç püskürmeden sonra aşağıdaki kareyi çektim.

 

Bu da yeryüzüne püsküren termal suyun videosu: 


Bu ziyaretten sonra biraz ısınmak için oradaki turist merkezine girdik. İçeride restoranların ve dükkanların olduğu merkezde biraz etrafı dolaştıktan ve aşağıdaki resmi çektikten sonra araca tekrar binip yola koyulduk.

 


 

İşte Türkiye’den gelen Viking ruhlu Serhild Suzersson


Sonrasında hiç durmadan son durağımız olan Vik şehrine gittik. Vik şehrine giderken yolda Rangarping Eystra Şelalesi’nde mola verdik:

 

 

Sonrasında yol boyunca çektiğimiz bazı resimleri sizlerle paylaşmak isterim:

 

 

 

Esasında Vik şehrinin tam ismi Vík í Mýrdal. Vik, İzlandacada koy veya körfez demek. Yani Mýrdal Koyu. Burada herkes bu güzel kasabaya kısaca Vik yani Koy veya Körfez diyor. Zaten diğer kelimelerin de sonunda Vik kelimesini gözlemlersiniz. Örneğin başkent Reykjavik yani Reykja Koyu. Bu arada merak edenlere bu kelimenin göründüğünden daha kolay telaffuz edildiğini söyleyebilirim. Türkçe’de “Reykevik” diye okunuyor. Biz de pratik ede ede alıştık. Bir diğer örnek de havalimanının bulunduğu yerin adı olan Keflavik. Yani Kefla Koyu.

Vík İzlanda'nın güneyinde, başkent Reykjavík'den yaklaşık 180 kilometre uzaklıkta 300 nüfuslu küçük bir kıyı köyüdür. Mýrdalsjökull buzullarının çevresinde bulunan turistler ve yerleşimciler için önemli bir merkezdir (kaynak Vikipedi).

Hamburgerin hası

Vik’e ilk girdiğimde otele giderken yanlış bir sokağa girdim. Sokağın isminin “Hatun Sokak” olduğunu görünce birbirinden çok farklı iki dilde aynı kelimelerin kullanılması bana ilginç geldi ve bu resmi çektirdim (yabancı okuyucularım için İzlanda dilinde “Hatun” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorum ama Türkçe’de “Kadın” demek).

 

 

Vik’te kaldığım Icelandair oteli ilk girişte çok güzel bir otel izlenimi bırakıyor. Ancak odaları, lobinin aksine hiç yatırım yapılmamış gibi. Yani işin ilginci otelin lobisinin 5 yıldız, odalarının 2 yıldız olması. O yüzden benim açımdan hayal kırıklığı oldu. Yine de Vik’teki en iyi otellerden biri olarak algılandığını söyleyebilirim. Otele eşyaları bıraktıktan sonra tavsiye edilen iki mekândan ilkine gittik.

Vik’te gittiğim bu ilk yerin adı Smidjan. http://smidjanbrugghus.is/ link’inden bu restorana ulaşabilirsiniz. Hamburger Amerikan ürünü olarak algılanır. Ancak yediğim en güzel hamburgerlerden birini burada yedim diyebilirim. Bunda doğal ortamda yetişen hayvanların ve diğer ürünlerin tazeliğinin payı var. Ayrıca burada bir birahane var. Meraklıları Dünya’nın farklı yerlerinden her tip birayı deneyebilirler. Buna kendi ürettikleri bira da dahil.

 

 

Hamburgerden sonra tatlısını da denedim. O da çok lezzetliydi. Yemekten sonra bu sade olduğu kadar leziz yemekleri olan Smidjan’ın çalışanlarıyla sohbet etme imkânımız oldu.

 



Polonyalı bolluğu

Fuayede ve mutfakta çalışan Polonyalılar olduğunu fark edince iki günlük seyahatim boyu beşinci kez Polonyalıya rastlamam nedeniyle kasa arkasında çalışan kıza “burada çok mu Polonyalı var?” diye sordum. O da bana gülümseyerek “İzlandalıdan sonra Ada’daki en büyük nüfus Polonyalı. Kendi ülkelerinde yeteri kadar imkânı olmayan Polonyalılar İzlanda’da iyi para biriktirebildiklerinden dolayı burada çalışmayı tercih ediyorlar” dedi. Bir sorumun daha cevabını almıştım. Polonyalıların İzlanda’da bu kadar yerleşik olması bana ilginç gelmişti. Bir de tabii İzlandalılarla Polonyalıları fiziksel olarak pek ayırt edemiyorsunuz. Birkaç cümle İngilizce konuştuktan sonra aksanlarından anlıyorsunuz.

Aynı kıza “burada müzik dinleyebileceğimiz bir yer var mı?” diye sordum. Kız gülümsedi ve bu küçük köyde böyle bir müzik yeri yok ama yukarıda bulunan bir hostelde (hostel, tüm dünyada genelde öğrencilerin kaldığı yurttan bozma pansiyon gibi bir yerdir) “Jam Session” var dedi. Burada yaşayanlar bir araya gelip kendi müziklerini yapıyorlarmış. Bu fikir çok hoşuma gitti. Hemen “Bu hostel nerede? Buradan oraya gitmek isteriz” dedim. Tarif verdi.
 

Gerçeküstü bir “jam session” deneyimi

Hamburgerciden çıkıp direkt hostele gittik. Orada çok ilginç bir ortam vardı. Gerçekten görmek istediğim ve içinde bulunmaktan dolayı memnuniyet duyduğum bir ortamdı. Örneğin içeri girer girmez bizi Belçika’da doğmuş büyümüş Gülcan karşıladı. Türk olduğumu anlayınca hemen Türkçe konuşmaya başladı. Ondan da İzlanda’yla ilgili her türlü ipucunu aldım. İzlanda’da toplamda 100 Türk’ün yaşadığını teyit etmiş olduk.

İçeriye girdik; içeride Polonyalı, İspanyol, Alman, Amerikalı, Kanadalı, Fransız ve birçok farklı ülkeden gelen gençler vardı. Kimi müzik yapıyor kimi de onları dinliyordu. Orada bulunan herkesle sohbet etme imkânımız oldu. İçerisi Birleşmiş Milletler gibiydi. Herkesin ortak paydası müzik ve anın keyfini çıkarmaktı. İçimden ‘Dünyanın gitmesi gereken yön budur işte’ dediğimi hatırlıyorum. Elinde farklı çalgısı olan herkes yapılan müziğe eşlik ediyor, geri kalanı da onların yaptığı müziği büyük bir keyifle dinliyordu.

Önce Fransız bir çocuk sahne aldı. Solo olarak 3 şarkı söyledi. Biri kendi bestesiymiş. Sonrasında bir İspanyol ve bir Polonyalı genç kadınlar sahne aldı.

 

Onların harika müziğinden sonra da müzik aleti olan herkes bir odanın içine doluştu.

 


Bir ara yanımdaki Polonyalı rasta saçlı çocukla sohbet ederken “Sen ne çalacaksın?” diye sordum. Bana “Derbuka” dedi. Öyle deyince güldüm ve “bu nasıl bir çalgı” diye sordum bana anlatmaya başladı. Anlattığı aslında bacakların arasına alınan bir davul türüydü. Ben de ona “Darbukanın orijinali koltuk altına alınır, büyüklüğü şu kadar olur” diye tarif vermeye başladım. Şaşkın bir şekilde “bunu sen nereden biliyorsun” dedi. Ben de Türk olduğumu söyledim. Çocuğun tepkisi komikti. “Eee Türksen neden soruyorsun? Darbukanın orijini sizin ülkeden değil mi?” diye sordu. Ben de kendisine “Bir Polonyalının bizim ulusal çalgılarımızdan birini nasıl tarif edeceğini merak ettim. O yüzden sordum” dedim ve “Helal sana. İlk defa darbukanın bir çeşidini çalan bir Polonyalıya rastladım” diye sözlerimi bitirdim. Güldü ve “Ben diğer müzisyenlerin yanına geçiyorum” dedi. Keyfini çıkarmasını söyledim. 

İzlanda’da gerçeküstü bir gece yaşadığımı söyleyebilirim. Gördüklerime inanamıyordum. Vik gibi küçük bir İzlanda köyünde en az 10 ülkenin vatandaşının bir araya gelip Türk ezgileri de dahil birçok farklı müzik tiplerini kendilerince harmanlayıp çalmaları acayip hoşuma gitti.




Dünyanın gelecekteki şekli

Bu sahneleri not edin. Bu gelecekte dünyanın nasıl şekilleneceğinin göstergesidir. Önemli olan insanlıktır. Farklı kültürlerde ve geçmişlerde bulunan insanların müzik, sevgi, saygı ve şefkat gibi ortak paydalarda ve evrensel değerlerde birleşmesi hızlanarak devam edecek.

Bu süreç tabii ki kolay olmayacak. Şahsım adına insanlığın barış ve refah içinde, hayatın keyfini çıkararak yaşadığı bir ortamın sağlanması için elimden geleni yapmaya devam edeceğim. Belki nesiller boyu ırkçılık gibi nefret tohumu saçanlarla büyük mücadeleler olacak, ancak eninde sonunda insanlık hak ettiği ortamı yakalayacaktır.

O gecenin ardından büyük bir keyifle otele döndüm. Ertesi gün ise daha doğuya, buzulların ve şelalelerin bulunduğu yerlere gitmek üzere yola koyulma zamanı gelmişti.

Not: Aslında İzlanda’yı tek bir makalede yazmayı planlamıştım. Ancak anlatılacak çok şey biriktiği için yazımı iki bölümde kaleme almaya karar verdim. Bir sonraki yazımda 25 Kasım Pazar günü itibarıyla İzlanda’da yaşadıklarımı paylaşacağım.

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için